ANKARA - “Barış Yasası” ile çatışmanın sonlandırılıp, hukuk dışına çıkartılan insanların demokratik siyasete dahil edilmesi gerektirdiğini söyleyen İmralı Heyeti üyesi Özgür Faik Erol, “Bu yasa, yeni bir Türk ve Kürt yüzyılının önünü açacak” dedi.
Meclis Komisyonu’nun 24 Kasım’da İmralı’ya gerçekleştirdiği ziyaret, Kürt meselesinin çözümüne dair yürütülen sürecin seyrinde yeni bir aşama olarak değerlendirildi. Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) İmralı Heyeti, komisyon ziyaretinden bir hafta sonra yani 2 Aralık'ta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmede, yaklaşık bir yıldır sürdürülen temas ve değerlendirme sürecinin dinleme aşamasını geride bıraktığı, bundan sonraki dönemin ise hukuksal ve siyasal adımların atılacağı bir geçiş süreci olduğu vurgulandı. Sürecin bu aşamasında Meclis’in doğrudan devreye girmesi, hem siyasal temsiliyetin güçlendirilmesi hem de toplumsal mutabakatın sağlanması açısından belirleyici bir gelişme olarak değerlendiriliyor.
Sürecin ikinci aşaması olarak da ifade edilen bu dönem, Meclis Komisyonu’nun hazırlayacağı raporla birlikte somutlaşması beklenen hukuksal düzenlemelere dayanıyor. Abdullah Öcalan’ın daha önce kamuoyuna yansıyan değerlendirmelerinde dile getirdiği “Özgür Yurttaş Yasası”, “Barış ve Demokratik Toplum Yasası” ve “Özgürlük Yasaları” başlıkları da bu sürecin temel yapı taşları arasında yer alıyor.
DEM Parti İmralı Heyeti'nde yer alan aynı zamanda Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Faik Özgür Erol, son görüşmede gündeme gelen başlıklara dair Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtladı.
Meclis Komisyonu 24 Kasım’da İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan ile görüşme gerçekleştirdi. Komisyonun İmralı'yı ziyaret etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Komisyon ziyaretinden bir hafta sonra, 2 Aralık’ta İmralı’ya gidişimiz gerçekleşti. Komisyon ziyaretinin önemi, komisyonun bizzat varlığının taşıdığı anlam hepimiz açısından biliniyordu. Türkiye’de, Kürtler de dâhil olmak üzere, çeşitli siyasal çevreler tarafından uzun yıllar boyunca Kürt meselesinin ve bu meseleden kaynaklanan çatışma sürecinin çözümünde Meclis’in ana bir aktör olması gerektiği sıkça dile getirilmişti. Bu ziyaret de esasen bu ihtiyacın ve gerekliliğin bir sonucu olarak gerçekleşti. Bu açıdan tarihsel bir öneme sahipti. Kürt sorunundaki çatışmanın çözümünde komisyonun varlığı ve adaya yaptığı ziyaret, kanımca Meclis’in kurulduğu günden bugüne aldığı en kıymetli inisiyatiflerden ve en önemli kararlardan biriydi.
Çünkü yaklaşık bir yılını tamamladığımız, içinde bulunduğumuz süreç, bir yandan Sayın Öcalan’ın geliştirdiği çözüm önerileri, aldığı kararlar ve yaptığı açıklamalarla; diğer yandan ise devlet aklı diyebileceğimiz bir yaklaşımla, karşılıklı görüş teatisi temelinde yürüyordu. Ancak gelinen noktada, sürecin beklenen sonuçlara ve başarıya ulaşabilmesi için devlet aklının yanı sıra siyasal temsiliyetin ve toplumsal mutabakatın da sürece eklenmesi gerekiyordu. Meclis komisyonun İmralı ziyareti, bu bir yıllık sürece siyasal temsiliyet boyutunu kazandırmış oldu. Bu açıdan önemlidir.
Bu aşamada Meclis gündemine gelecek komisyon raporu ve yasal düzenlemelerin, sürecin hukuksal evresine geçişteki belirleyici rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu süreçte, sürecin gerekliliği olan hukuksal aşamanın gündeme geleceği bir evredeyiz. Dolayısıyla komisyonun hazırlayacağı raporla birlikte Meclis’in gündemine gelecek olan çalışmalar ve ortaya çıkacak yasalar, hukuksal aşamayı bir nevi hem başlatmış hem de bir başka evreye geçişi ifade etmiş olacak.
Yani geldiğimiz aşama artık bir yönüyle sürecin, “geçiş süreci” diye de tabir edebileceğimiz; bugüne kadar oldukça altyapısı örülen, fizibilitesi tamamlanan, tartışmaları hem tarihsel, hem sosyolojik, hem kuramsal, hem siyasal boyutlarıyla yürütülen, aynı zamanda bunun pratik adımlarının ortaya çıktığı; kongrenin toplandığı, fesih kararının alındığı, silah bırakma töreninin gerçekleştiği ve bunu takip eden birçok pratik adımın atıldığı bir süreçtir. Bu süreçte, sürecin gerekliliği olan hukuksal aşamanın gündeme geleceği bir evredeyiz. Dolayısıyla komisyonun hazırlayacağı raporla birlikte Meclis’in gündemine gelecek olan çalışmalar ve ortaya çıkacak yasalar, hukuksal aşamayı bir nevi hem başlatmış hem de bir başka evreye geçişi ifade etmiş olacak.
Yaptığınız görüşmede Abdullah Öcalan, “İçinde bulunduğumuz geçiş sürecinde özgün ve bütüncül hukuka dayalı bir barış yasasının gerçekleşmesi ile siyasi şiddet ve demokrasi dışı müdahale olgusu Türkiye gündeminden çıkacaktır” dedi. “Özgün ve bütüncül hukuka dayalı barış yasası” tam olarak neyi ifade ediyor?
3 Kasım 2025 görüşmesinde ortaya çıkan komisyonun raporuyla birlikte de somutlaşacak olan bu hukuksal aşama için Sayın Öcalan, Kürt olgusunun ve isyanının hukuk yoluyla cumhuriyete dahiliyeti gibi bir tespitte bulunmuştu. Bence bu tespit son derece önemlidir. Bu tespitin iki yönü var. Bir Kürt olgusunun bir de Kürt isyanının hukuk yoluyla cumhuriyete dahil edilmesi. Bunu böyle ikiye ayırarak düşünebiliriz.
Şimdi bizim bir yıldır ağırlıklı olarak üzerinde odaklandığımız mesele, çatışma çözümüdür. Yani Kürt isyanının, zaten hukuk dışında olan bir isyanın, hukuka dahil edilerek çözülmesi meselesidir. Bu süreçte Meclis gündemine gelecek olan yasanın, Kürt isyanının hukuk dışılığını hukuka dahil etmek gibi bir işlevi var. Bunu şöyle düşünmek gerekir; bu hukuka dahil olma meselesi, Türkiye’de bazen çok genel ve soyut biçimde tartışılabiliyor. Evet, Türkiye’de çok sayıda Kürt, mevcut asimilasyon politikalarıyla bütünleşerek kendi varlığını, kimliğini, kültürünü ya da dilini öne çıkarmaksızın devlet kademelerinde, hukuk kademelerinde çeşitli pozisyonlar edinebilmiştir. Ancak bu durum, bütün bir Kürt olgusunu temsil eden bir gerçeklik değildir. Kürtler içerisinde bir de varlığını, dilini ve kültürünü savunan; bunu çoğunlukla demokratik zeminlerde ve zaman zaman da son elli yıllık çatışma sürecinde görüldüğü gibi, hukuk dışına çıkarak ya da çıkarılarak ortaya koyan, isyan eden bir Kürt gerçekliği vardır. Dolayısıyla bugünkü meselemiz, asıl olarak varlığını, dilini ve kültürünü ortaya koymak isteyen, yaşamak isteyen; bunun hemen her boyutunu ifade etmek isteyen, buna göre örgütlenmek isteyen, Kürtlerin, yani bu doğrultuda itiraz eden, zaman zaman isyan eden Kürtlerin hukuku.
Son elli yıllık çatışmalı süreç dikkate alındığında, hukuk dışına çıkan, itiraz eden ve isyan eden Kürtlerin hukuka dahiliyeti nasıl sağlanacak?
Son elli yıllık süreç, bu kapsamda çok ciddi sayıda insanın hukuk dışına çıkarılmasıyla sonuçlandı. Yani meseleyi sadece halihazırda dağdakiler için düşünmemek gerekir; yalnızca aktif örgütsel faaliyet içerisinde bulunanlarla da sınırlı düşünmemek gerekir. Aynı zamanda cezaevlerinde binlerce kişi var. Bu çatışma sürecinden kaynaklı olarak yurt dışına çıkmış, mülteci konumuna düşmüş binlerce, hatta belki on binlerce insan var. Yine bu sorundan kaynaklı soruşturmalar ve kovuşturmalar nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai pek çok sorun yaşayan insan da var. Dolayısıyla bu aşamanın, esasen toplu ve bütünlüklü bir biçimde çözüme ulaşması gerekir. Sayın Öcalan buna “Barış Yasası” diyebileceğimizi söylemişti. Bu yasa, yeni bir Türk ve Kürt yüzyılının önünü açacak bir yasa. Bu yasanın temel ilkeleri olarak aslında iki ana çerçeve öne çıkmaktadır; özgün olması ve bütünlüklü olması. İki temel prensip olarak aslında beklenti bu yöndedir. Özgün olmasından kastedilen şudur; çatışma sorunundan kaynaklanan hukuki problemleri bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırmaya ehil bir yasa olması gerekir. Buna güç getirecek, kudretli bir yasa olması beklenir. Bütünlüklü olması, bu demin bahsettiğimiz çatışma sürecinden etkilenen bütün kesinleri herhangi bir ayrıma gitmeksizin, kategorize etmeksizin kapsayabilecek bir yasa olması gerekir.
Bu iki özellik, bu yaklaşık elli iki yıllık çatışma sürecinin siyaseten sonlandırılmasında atılacak en önemli hukuksal adım olur. “Barış Yasası”nın böylesi tarihsel bir niteliği olur. Ve tabii ki bu “Barış Yasası” ile çatışma süreci sonlandırılırken insanların hukuk dışına çıkarak ya da hukuk dışına çıkarılarak dile getirebildiği ifade ve örgütlenme özgürlüğü haklarının demokratik siyaset dahiline çekilmesi gerekir. Yani silahın yerini hukuk ve siyasetin alması gerekir. Dolayısıyla aynı şekilde bu yasanın bir üçüncü özellik olarak demokratik siyasete katılım hakkını, siyaset yapabilme hakkını da içerebilmesi gerekir.
Peki “yasa dışı” olarak görülen Kürtlere yönelik, bazı imtiyazlı kesimler tarafından meşru kabul edilen saldırıların, Kürtlerin yasallığa dahil edilmesiyle ortadan kaldırılabileceğini söylemek mümkün mü?
Yani bu yasa, tek başına bir bütün olarak Kürt sorununu her boyutuyla çözmeyi hedefleyemez. Bu yasa, bir nevi demokratik siyasete ve demokratikleşme sürecine bir geçiş niteliğiyle çatışma çözümünü sonuçlandırmayı hedefler. Meselenin bir yönü budur. Fakat meselenin diğer yönünde, sadece Kürt isyanının değil, Sayın Öcalan’ın Kürt olgusunun da hukuksal sürece dahiliyeti, hukuk yoluyla Cumhuriyete dahiliyeti tespiti var.
Bunu biraz açabilir misiniz?
Çok kısa bir süre öncesinde Kürtler ülkenin kurucu unsuru olarak tabir edilirken, bir yerden sonra “Kürt” kelimesi kullanıldığında yanına isyan kelimesi eklenmeye başladı. Kürtlük ile isyan, Kürtlük ve bölücülük, Kürtlük ve Kürtçülük birleştirilerek anılmaya başlandı.
Cumhuriyetin kuruluş döneminde, 1920’den 1924’e kadar olan süreçte, ülkenin kurucularının söylevlerine, yazmış oldukları metinlere ve ülkenin kurucu metinlerine bakıldığında sürekli olarak Türk ve Kürt vurgusunun birlikteliğini görebilirsiniz. Bu durumu, Heyet-i Temsiliye ile İstanbul Hükümeti arasında imzalanan Amasya Protokolleri’nde de görmek mümkündür. Aynı mantık Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda da yer almaktadır. Mustafa Kemal’in El-Cezire Komutanlığı’na yazdığı telgraflarda da, diğer temsilcilere gönderdiği telgraflarda da bu vurgu açıkça görülebilir. Yeni Cumhuriyet’in sınırları, Türklerin ve Kürtlerin meskûn olduğu bölgelerle çizilmiştir. Bu vurgu belirgin bir biçimde yapılır. Bazen “Osmanlı camiası” tanımlaması altında, bazen de doğrudan Türk ve Kürt ekseriyeti olarak ifade edilir. Yaklaşık üç-dört yıl boyunca bu şekilde kullanılan “Kürt” kavramı, 1925’ten itibaren, özellikle 1924 Anayasası ve 1925’teki isyan süreciyle birlikte, farklı bir anlam kazanmaya başladı.
Çok kısa bir süre öncesinde Kürtler ülkenin kurucu unsuru olarak tabir edilirken, bir yerden sonra “Kürt” kelimesi kullanıldığında yanına isyan kelimesi eklenmeye başladı. Kürtlük ile isyan, Kürtlük ve bölücülük, Kürtlük ve Kürtçülük birleştirilerek anılmaya başlandı. Başlangıçta neredeyse anayasal seviyede tanımlanan bir unsur, birkaç yıl içerisinde bütün hukuki ve idari metinlerden çıkarılmasının yanı sıra ceza kanununun ve ceza hukukunun nesnesi haline geldi.
Yani 1925 sonrasında Kürtlüğün kullanımı, ağırlıklı olarak cezalandırma ve ceza hukukunun konusu haline geldiğini mi söylüyorsunuz?
Maalesef böyle oldu. Bunu işte bir şeyleri değiştirmek için ya da bir sorun odağını öne çıkarmak için anlatmıyoruz. Bunu, yaşanan değişimin bugüne etkisini ortaya çıkarmak için söylüyoruz. Dolayısıyla Kürtlük bir tehlikelilik unsuru olarak işaretlendi. Ve bir kere tehlikelilik unsuru haline geldikten sonra da onun yönetimi, onun yerel yönetimi, onun siyaseti, onun kültürü, onun dili bir bütün olarak bu tehlikelilik unsuru içerisinde norm dışı bir alana çıkarıldı. Buna ilişkin çok sayıda örnek anlatabiliriz: İstiklal Mahkemeleri’nden, Umumi Müfettişlik uygulamalarına, sıkıyönetim uygulamalarına, seçim süreçlerinin idaresine kadar pek çok örnek anlatabiliriz. Belli bir norm dışı alana yerleştirildi. Kürtlüğün bu norm dışı alanda kalmasının tek sonucu, Kürt kelimesinin böyle tehlikeli bir kavram haline dönüşmesinden ibaret kalmadı. O andan itibaren artık Kürtlük üzerinden bir isyan ve inkâr döngüsünün içine düştük. Dikkat edilirse, isyan süreçleri de temel olarak 1925'ten sonra başladı. O andan sonra buna karşı reaksiyonlar başladı; isyan bastırma, isyan bastırma…
Gelinen aşamaya bakıldığında bu anlayıştan tek zarar gören Kürtler değil sanırım...
Sistemin bu şekilde kurulmuş olması, bir kere en başından Türkiye'de olağan bir hukuk rejiminin hiçbir zaman tam anlamıyla oturmamasına yol açtı. Çok ciddi nüfusa sahip bir topluluğu, bir halkı sürekli norm dışı alanda ve norm dışı bir yönetim sisteminde tuttuğunuzda, o coğrafyada ve o halka hitap eden kamu görevlilerinde de norm dışı alanda çalışmanın getirdiği norm dışı hareket etme kültürü ortaya çıktı. Aslında bizim bugün çokça tartıştığımız işte norm devleti, norm dışı güçler meselesi, sadece devlete indirgenmemelidir. Pek çok siyasi ve kurumsal yapı için de geçerlidir. Bir norma ve hukuka bağlı güçlere nazaran hukuksal olanın dışında hareket etmeyi daha yönetilebilir bulan yapıları ifade eder norm dışı güçler... Kürtlerin o pozisyonda tutulması, Türkiye'de norm-dışı bir alanın ve bu alanda hareket eden norm dışı güçlerin her zaman varlığını korumasına ve bunu geliştirmesine yol açtı. Cumhuriyet tarihine bu anlamda baktığınız zaman, darbeler silsilesi, anayasa karşıtı anayasa yapma kültürü, olağan bir hukuk sisteminin bir türlü oturtulamamasının temel sebeplerinden biri oldu.
Bir de diğer yönü de, daha en başından itibaren Kürtlerin o pozisyonda tutulmaları ve Kürtlere dönük bu uygulamalar, Kürdistan'da, Kürtlerin yaşadığı coğrafyada uygulanırken, uygulamaların bir benzeri çok kısa süreler içinde ülkenin batısına ve bütün Türkiye'ye de yayılmaya başladı. Geçen bir örnekte de anlatmıştım: Eğer Şark’ta bir İstiklal Mahkemesi kurulduysa, isyandan sonra aynı İstiklal Mahkemesi Ankara'da da kuruldu. Ankara'da herhangi bir isyan gerçekleşmemişti; Ankara'ya özel bir İstiklal Mahkemesi’ne ihtiyaç yoktu. Fakat benzer bir İstiklal Mahkemesi Ankara'da da kuruldu. Uzun süre devam eden olağanüstü hal, belli süreçlerde batıya da yansıdı. Uzun süre devam eden kayyım uygulamaları da belirli süreçlerde batıya yansıdı. Bu birbirini takip eden süreçlerdir. Bir ülke içinde böyle bir bölgenin, böyle bir alanın bulunması, bunun çevreye ve ülkeye giderek sirayet etmesine yol açar. Dolayısıyla Kürt olgusunun yasallık kazanması meselesi sadece Kürtler için değil Türkler için de, sadece etnisitelerle de tarif etmeyelim, ülkedeki bütün inanç grupları ve topluluklar için, yani ülkede hukuktan yararlanacak herkese katkı sağlayacaktır.
Yani bu, ekmeğini, suyunu bölüşmek gibi bir şey değildir. Birinin bir parça yemeğini alıp öbürüne vermek gibi bir şey değildir hukuksallık. Hukuksallık, herkesi kapsadığı oranda, olabildiğince o koruyuculuğunu, o denetleyiciliğini, o muntazamlığını ortaya koyar. Geçtiğimiz konferansta bunu bir örnekle anlatmıştık. Bu örneği Sayın Öcalan anlatmıştı. Meclis'te bir Barış Annesi kendisini anadiliyle, yani Kürtçe ifade etmeye çalıştı. Birkaç kelime söyledikten sonra sözü kesildi ve Türkçe konuşmak zorunda kaldı. Üstelik bunun yapıldığı komisyon, tam da bu sürecin çözümü için kurulmuş bir komisyondu, orada gerçekleşti. Bu çarpıcı bir örnektir. Çünkü aynı komisyonun başkanı kısa bir süre sonra Kürtçe bir şiir okudu, yazdı, hatta Meclis hesabından paylaştı. Yani demek ki, Kürtlüğe ya da Kürtçeye karşı kategorik bir karşıtlık yok. Burada duygusal, ahlaki ya da siyasi bir zeminde buna karşı bir tutum söz konusu değil. Peki, neden o anne orada Kürtçe konuşamadı? Cevabı basittir: Kendileri bu cevabı verdiler. Çünkü yasal değil. Aslında bizim asıl sorunumuzun kaynağı burasıdır: Kürt olgusu yasal değildir. Kürtlük yasal olmadığı müddetçe, Kürtlüğün dili, Kürtlüğün kültürü, Kürtlerin yaşam alanı da yasal kapsam içine alınamıyor. Şu anda henüz bu anlayışın bir bütün olarak toplumsal olarak kavrandığından emin değilim. Ama bunu giderek anlayabileceğimizi ve bunun hepimize kazandıracak bir şey olduğunu fark edebileceğimizi düşünüyorum.
Sizinle daha önce yaptığımız bir röportajda "Demokratik entegrasyon Kürtlerin bütüncül olarak hukuka ve cumhuriyete dahli sürecidir" demiştiniz. Ancak iktidar kanadından PKK kadrolarının listesi çıkarıldığı ve bir ayrıma gittiği belirtildi. Bu noktada çıkarılacak yasalar herkesi kapsayacak genel bir çerçeve mi oluşturacak, yoksa bir ayrım mı olacak?”
Çatışmadan kaynaklı bütün sorunları bütünlüklü çözerken, çatışmanın özneleri olmuş insanların da herhangi bir ayrıma gitmeksizin hukuksal sorunlarını çözmekte fayda var. Bu son derece önemli ve gereklidir
Yani, yasanın temel ilkelerine ilişkin bahsettiğimiz kısımda şeyi söylemiştik; bütünlüklü olma. Esasen bütünlüklü olma ilkesi bunu ifade eder. Yani, bu sorunu, çatışma sürecinden kaynaklı sorunları bir bütün olarak çözme evresindeysek ki ben buna her zamankinden daha yakın olduğumuzu düşünüyorum. Son derece bunun gücünün ve değerinin farkında olmamız gereken bir dönemdeyiz. Çatışmadan kaynaklı bütün sorunları bütünlüklü çözerken, çatışmanın özneleri olmuş insanları da herhangi bir ayrıma gitmeksizin hukuksal sorunlarını çözmekte fayda var. Bu son derece önemli ve gereklidir. Çünkü nasıl ki sorunu kendi içerisinde kategorize ederek, “şu parçası şurada dursun, şu harfi burada dursun, şu cümlesi şurada dursun” diyecek bir durumda değilsek, aynısı bir bütün olarak yasanın da bu sorundan dolayı hukuk dışına çıkmış veya çıkarılmış herkese dair bir gelecek vizyonu, hukuksal bir vizyon ve siyasi bir vizyon sunması gerekiyor. Bu önemlidir. Dolayısıyla, o tip ayrım söylemlerinin çok doğru olmadığı kanısındayım.
Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı’nda İrlanda, Güney Afrika, Bask ve Katalan temsilcileri kendi çözüm deneyimlerini aktardı. Süreçlerin ilerlemesinde sabırlı olma, karşılıklı güven inşa etme ve kararlılık gibi temel ilkelerin belirleyici olduğunu vurguladı. Kürt tarafının bu ilkeler doğrultusunda tutumunu oldukça net gösterdiği değerlendirmesi yapıldı. Bu değerlendirmeler hakkında ne dersiniz?
Öncelikle, o konferansta aktarılan deneyimler önemliydi. Dünyadaki bu deneyimlerden kuşkusuz yararlanıyoruz, ilham alıyoruz. Fakat şunun da altını çizmek gerekir: Biz Ortadoğu'dayız. Ortadoğu'da yaşayan bir ülke ve toplumuz. Dolayısıyla, son derece a-tipik koşullarda ve kendine özgü bazı şeyleri geliştirmek durumundayız. Esasen hem bu coğrafyada birlikte yaşama geçmişimiz, hem yaşadığımız sorunun gelişme biçimi ve evreleri, hem bu süreçlerin bizde yarattığı olgunluk ve deneyim, hem de gelecek vizyonunda fark ettiğimiz riskler, tehlikeler ve bölgesel tehlikeler, bize bu konularda çok daha yaratıcı, çok daha kendine güvenli ve çok daha özgün olabilme gücünü sağladığı kanaatindeyim. Bu sayede kendi sorunumuzu çözebilme yeteneğimizi gösterebileceğimizi düşünüyorum. Bu bir yıllık süreçte, benzer bir algının devleti temsil eden kesimlerde de var olduğunu görebiliriz.
Bu konferansta paylaşılan deneyimler son derece çok yönlüydü. Katılımcıların yaşadıkları sorunları, sıkıntıları, acemilikleri ve deneyimsizlikleri açıkça paylaşmaları son derece kıymetliydi. Bu paylaşımlar ciddi sonuçlar ortaya koydu. Örneğin Güney Afrika ve Kolombiya deneyimleri, somut ve etkili sonuçlar üretmiş örneklerdi ve biz de bunlardan feyz alıyoruz.
Bununla birlikte özellikle Sayın Öcalan’ın geliştirmeye çalıştığı sürecin herkese kazandırmak, bir bütün olarak demokratik bir siyaset ve hukuk zeminini oluşturarak çok ciddi bir ivme kazandırmak gibi bir potansiyeli var. Bu potansiyel sadece mevcut bir sorunu çözmekten ibaret değil. Bu sorunu çözerek aynı zamanda çok yeni ufuklara ve çok yeni gelişmelere, çok yeni adımlara kapı aralayan bir vizyon var ortada. Bir strateji var. Bunu en yalın haliyle şöyle de ifade edebiliriz; bugün özellikle Ortadoğu'da en temel sorunlardan birisi toplulukların, ister etnik, ister inanç sebepleriyle, kimlik sebepleriyle, birbirleriyle boğazlaşma, birbirleriyle hesaplaşma sorunudur. Oyunların büyük bir kısmı bunun üzerinden dönüyor ve yürütülüyor. Sayın Öcalan'ın bir arada yaşama ve birlikte yaşamaya dair geliştirdiği perspektif sadece Kürt ve Türk ile sınırlanan bir perspektif değil. Bu süreç eğer başarıya ulaşırsa, dünya deneyimlerine en büyük katkısı bu olacak ve bu süreci üreten bütün aktörlerin, bütün öznelerin en büyük katkısı bu olacak. Hem bölgesel bir barışa hem bölgesel bir birlikte yaşama kültürüne dair. Çok önemli ve tarihsel bir gelişmeye kapı aralayacak kanaatindeyim.
Bir de İmralı Heyeti üyeleri olarak parti ziyaretleriniz oldu. Bu ziyaretleriniz hangi ihtiyaçtan kaynaklandı?
Siyasi partilerle yapılan görüşmeler siyasal ve toplumsal ihtiyaçtan kaynaklanır. Bu her zaman var olan bir ihtiyaç. Belirli periyotlarla bu diyaloğu sürdürebilmek çok önemli. Çünkü bu süreci yürüten aktörler var; işte Sayın Öcalan var, devlet yetkilileri var, pek çok kesim var. Fakat bununla birlikte, özellikle sürecin siyasal temsiliyetini ve siyasi diyaloğunu güçlendirmek, sürecin olmazsa olmazlarından biridir. Aynı zamanda, siyasal diyalogla birlikte toplumsal mutabakatı da bu sürece dahil edebilmek, yapmamız gereken ve başarılması gereken diğer önemli işlerden birisidir.
Siyasi görüş alışverişi her zaman mutabakat yönünde güçlendirici ve geliştiricidir. Karşılıklı yanlışları ve eksikleri görüp gidermeyi sağlayan bir fırsat sunar.
Sürecin devamlılığına dair, yürütülme biçimine dair değerlendirmeler, kaygılar, öneriler ve eleştiriler… Bunların tümünü dinledik, karşılıklı paylaştık. Bu siyasi diyalog zaten böyle bir şeydir. Yani şunu hepimiz kendimize artık yeniden hatırlatmak zorundayız; siyaset sorunları çözme sanatıdır. Siyaset, başka şeylerin gündem yapıldığı, popülist söylemlerle geçiştirilecek bir zemin değildir. Ya da tersinden, sorunları başka mecralarda, başka yöntemlerle çözmek kültüründen de beslenemeyiz. Bir sorun varsa, bu sorunu çözme sanatını geliştirecek olan siyasettir ve en başta da siyasilerdir. Dolayısıyla bu tartışmanın karşılıklı olarak geliştirici olduğunu düşünüyorum.
Siyasi görüş alışverişi her zaman mutabakat yönünde güçlendirici ve geliştiricidir. Karşılıklı yanlışları ve eksikleri görüp gidermeyi sağlayan bir fırsat sunar. Dolayısıyla biz, ahlaken de bu yöntemin en belirleyici yöntem olduğunu ve bu dönemin dili ve eylemi olduğunun farkında olarak hareket etmeye çalışıyoruz. Bu siyasal diyalog sürecinin bir toplumsal diyalog sürecine, güçlü bir toplumsal mutabakat sürecine evrilmesi hepimizin ortak çabası olmalıdır.
MA / Selman Güzelyüz- Ömer Güngör

