Efendiler ve kölelerin hikayesi: Vâsıl

img
DÊRSIM - Emevi iktidarlığının insanlığın zihnini ve umudunu hapsettiği bir dönemde ortaya çıkan köle Vâsıl Bin Âta, efendilerin mutluluğu için ortaya atılmış kutsallara ve mitlere meydan okuyor. 
 
İslam toplumlarında gelenek, görenek ve yaşam tarzlarının şekillenmesinde derin izler bırakmış Emevi dönemini yazdığı son romanı “Vâsıl” ile irdeleyen yazar Metin Aktaş, romanında efendi ve köle ilişkilerinin yanı sıra, “tanrı” kavramını felsefi ve edebi bir bakışla sorguluyor. Ortadoğu halkları açısından bu tarihsel dönemde yaşamış köle Vâsıl’ı ve onun kurduğu Mutezile Fırkası’nın Emevi iktidarına karşı verdiği mücadeleyi anlatan roman, köle ile bir efendinin kızı arasında yaşanmış bir aşk konu alıyor. Kitabın sayfalarında yola çıktığımız yüzyıllar, “İnsan, insanı köle edebilir mi?” sorusuyla okuyucuyu günümüze taşıyor. İnsanların sormaktan çekindiği soruları tam bin üç yüz yıl önce soran Vâsıl, cevaplarını da veriyor.
 
Efendiler ve köleler… İkisinin de ortak bir yanı bir tanrıya inanmaları… Peki insanlar tanrıya kimin gözünden bakıyor? Yeryüzünde yaşanmış adaletsizlikler, eşitsizliklerin meşrutiyeti sahiden tanrının emri miydi? Vâsıl romanında tanrıya efendilerin gözüyle değil, bir kölenin gözüyle bakıyoruz.  
 
VÂSIL KİMDİR?
 
669-748 yılları arasında yaşamış bir köle olan Vâsıl, Emevi devletinin Mevalimler’e (Arap olmayan Müslümanlar) gayri Müslümlere ve köylülere dönük baskılarına karşı çıkan, ayrıca Emevi iktidarının felsefi temellerine isyan eder. Arkadaşlarıyla birlikte Mutezile diye bir fırka kuran köle Vâsıl, Emevi iktidarına ve “tanrının emirleri” olarak zorla halka kabul ettirdiği politikalara karşı mücadeleye başlar. Mutezile Fırkası, aydınlanmayı, bilimi, adaleti savunan insanlar arasındaki sınıfsal farklılıklara, kadın ile erkek arasındaki eşitsizliklere karşı mücadele eder. Fetih olarak adlandırılan sömürgeci istilalarla Emevi Arap orduları; Türk, Kürt, Fars halklarının topraklarını istila ederek, katliamlar yaparken, hayatta kalanlar ise köle olarak Arap çöllerine götürüp pazarlarda satar.
 
Kadınların Arap soylularına cariye olarak verildiği, bu düzene karşı çıkanların ise topraklarından koparılıp köleleştirilerek Arap çöllerine götürüldüğü dönemin bir isyanıdır Vâsıl. Efendisinin torununa âşık olmuş köle Vâsıl'ın öyküsü, günümüz toplumsal sistemine bir ışık tutuyor. İran Horasan’da çok soylu bir ailenin çocuğu olan Vâsıl, Arap ordularının istilası sonrası köle pazarlarına taşındı. Sonraki yaşamında ise sistemi sorgulamaya ve anlamaya başlıyor.
 
Yazar Metin Aktaş, Vâsıl’ı ve romanına dair sorularımızı yanıtladı. 
 
Bu konu özelinde sizi bu kitabı yazmaya iten motivasyon neydi? Buradan başlayalım isterseniz…
 
Romanı yazmamdaki motivasyon, Ortadoğu’da yaşayan milyonlarca insanın 700’lü yıllara olan özlemidir. Bu insanlar bütün enerjilerini, ekonomik kaynaklarını bu uğurda harcıyor. Sanki o tarihsel dönem çok idealmiş gibi, sosyal-ekonomik adaletin olduğu bir dönemmiş gibi kabul ettirildi. İşte bu özlemde olan insanların, ‘acaba o dönemde toplumsal sistem nasıldı’ ya da ‘kimsenin, kimseye zulmetmediği, bir halkın bir diğerine zulmetmediği bir toplumsal sistem mi vardı’ sorularına dair 4 yılı aşkın bir araştırmanın sonucunda bu kitabı yazdım. Vâsıl, bugünkü ihtiyaçlardan yola çıkarak, yazılan bir romandır. Efendisinin kızına aşık olmuş köle Vâsıl’ın çektiği acılar ile bu toplumsal sistemin insan yaşamına nasıl zararlar verdiğini anlatmaya çalıştım.
 
O dönemdeki sınıfsal ve sosyal çizgi, sadece Müslümanlar ve Gayri Müslimler ya da köleler ve efendiler arasına mı çizilmişti?
 
Hava ve su bütün canlıların hakkıdır. Onları denetimine alamazsın. Medine’nin güneyinde tatlı su kuyuları vardı. Kentin içerisinde ise acı su kuyuları vardı. O tatlı su kuyularını sadece soylular kullanabiliyor. Acı suları ise Mevalimler ve hayvanlar kullanabiliyor. Böyle bir sistem gerçekliği var. Mevalim kavramı, Arap olmayan Müslümanlar için kullanılır. Bu toplumda aynı zamanda Mevalimler ile Arap Müslümanlar arasında da adaletsizlik vardı. Onlara göre, ‘Araplar üstün yaratılmıştır.’ Diğer bütün insanlar çalışmak zorundayken, onlar zevk sürmek için yaşamaktadırlar. Bu adaletsizlik o kadar yaygındır ki Araplar içerisinde de ayırımcılıklar mevcuttu. Örneğin Kureyş Kabilesi, Arap kabileler arasındaki üstün kabiledir. Yönetme hakkı da sadece onlara aitti.
 
Mutezile Fırkası’nın Emevi iktidarına karşı verdiği mücadelede, “sorgulama” hakkı elinden alınmışlar ile Arapların temel geleneği olan “Cebriye”yi İslam’a empoze etmeye çalışanlar arasındaki bir savaşı okuyoruz. Emevilerde, “Sorgulayanlar, Allah’ın varlığını inkar etmiş olacaklardı ve hakları ölümdü” anlayışı hakim. Peki, tanrının sorgulanmasını engellemek aynı zamanda iktidarların da sorgulanmaması amacı mı güdüyor?
 
O dönemde köleler arasında buna karşı bir bilinç gelişiyor. Tanrının aslında böyle olmadığını, yaptıkları iyilik ve kötülüklerden sorumlu olduklarını anlamaya başladılar.
 
Emeviler diyor ki, ‘İnsan doğmadan önce insanın dünyada yaşayacağı her şey tanrı tarafından tasarlanmıştır.’ Dolayısıyla yeryüzünde insanların yaptığı hiçbir şey sorgulanamaz. Hiç kimse Emevi soylularının yaptığı insanlık dışı baskıları sorgulayamaz, çünkü onların suçu yoktur. Doğmadan önce zaten bu yaşananlar tasarlanmıştır. Sadece bunu söylemekle kalmadılar ve bu Cebriye’yi Allah’a inanmanın olmazsa olmaz bir kuralı haline getirdiler. O dönemde köleler arasında buna karşı bir bilinç gelişiyor. Tanrının aslında böyle olmadığını, yaptıkları iyilik ve kötülüklerden sorumlu olduklarını anlamaya başladılar. Vâsıl ve arkadaşları tarafından kurulan Mutezile Fırkası’nda, Emevi’deki İslam anlayışının dini bir temel olamayacağı sorgulanarak, onlara isyan bayrağı açıyor. Bu fırkada, ‘sorgulanmaz olan tek şey tanrıdır, yaratılmış her şey ise sorgulanmaya, değişmeye ve gelişmeye mahkumdur’ gibi bir felsefi anlayış gelişiyor. Bu felsefi düşünce varlık sebebini kölelere, Mevalimlere dayandıran Emevileri çok etkiliyor. Vâsıl ve arkadaşları da bu anlayışla mücadele ediyor. Vâsıl, o süreçte şunu söylüyor: ‘Hayatım boyunca yaşadığım en zor şey, bir köleye, köleliğin Allah’ın emri olmadığını kanıtlamaya çalışmamdır. Zaten bunun farkında olsalar, onlar ne kadar büyük ordulara sahip olursa olsunlar yenilmeye mahkûmdur.’
 
Dikkat çektiğiniz noktalardan birisi de iktidarların sadece zulüm ya da baskıyla ayakta kalmadığı konusu. Siyasal, ideolojik, felsefi dayanaklar iktidar-toplum ilişkisinde ne denli bir role sahip?
 
Günümüzde devletler, her insanın başına bir polis dikemez ama her insanın ruhuna kölelik bilincini ve baskıların doğal olduğu fikrini aşıladığı için ayakta. Varlık sebepleri büyük ordularından daha çok yarattıkları bu teoriler ve düşüncelerdir. İnsanların en büyük problemlerinden biri köleliğin yaradılış olmadığının, toplumsal eşitsizliğin tanrının bir emri olmadığının farkında olmamalarıdır. Bu tamamen insanların sosyal yaşamları içerisinde yarattığı ve toplumun büyük çoğunluğuna zulmeden inanışlardır, yapaydır.
 
Bugün insanların kendilerine sormaktan korktukları bu soruların cevabını köle Vâsıl tam bin üç yüz yıl önce veriyor. İlk olarak, insanlar hangi soruları sormaktan korkuyor, neden? 
 
 Kendi yaşam tarzımızı, inançlarımızı, gelenek göreneklerimizi sorgulamak zorundayız. Başkalarını sorgulamak kolay olandır, zor olan kendimizi sorgulamaktır.
 
Nerede doğacağımız, hangi milletten olacağımız bize sorulmuyor. Yaradılışın en güzel taraflarından biri bu ancak bir grup insan bir başka büyük çoğunluğu egemenliği altına aldı ve çalışmadan büyük çoğunluğun alın teri sayesinde yaşamaya başladı. Zamanla bu durumun doğal olduğu kabul ettirilmeye çalışıldı. Son yıllarda mantar gibi tarikatlar, şeyhler türedi. Bunlar artık büyük tekellere, kartellere dönüştü. Milyar dolarlık devletlere sahip olmaya başladılar. Bahsettiğimiz görüşlerden, inançlardan yola çıkarak, toplumun inançlarını, daha güzel yaşamak için bir araç haline getirdiler. İnsan sadece bir efendinin gözüyle yaradılışa ve yaratana bakmamalı. Pahalılık artıyor, onlar ise ‘bu Allah’ın emridir’ diyor. Bir köy yakılıyor, Êlih’de bir mahalle yok ediliyor. Hiçbiri, ‘bu doğru değildir. Onların da yaşama hakkı vardır’ demiyor. Fabrika köşelerinde asgari ücretle çalışan milyonlarca kadın var. Her gün sokaklarda öldürülen kadınlar, sosyal hakları ellerinden alınan kadınlar var ama onların ilgilendiren sadece kadının başındaki türban. Onu da kadını düşünerek değil, tutsak etmek için kullanıyorlar. 
 
Kendi yaşam tarzımızı, inançlarımızı, gelenek göreneklerimizi sorgulamak zorundayız. Başkalarını sorgulamak kolay olandır, zor olan kendimizi sorgulamaktır. Bu yüzyılda örneğin ‘Kürtler anadilinde eğitim alsın mı almasın mı’ gibi konuları tartışalım. Bunlar için insanlar öldürüldü, cezaevlerine girdi. Ülkenin enerji kaynakları harcandı. Bir insan tüm diğer insanlar gibi eşit haklara sahip olmalıdır. İşte bizim kimi gelenek ve göreneklerimiz, inançlarımız bireyin bu kültürü almasını engelliyor, onu boğuyor. Oysa bizim inançlarımızda, anneannelerimizde bir arada yaşamanın, bir arada yaşadığımız insanların inançlarına, haklarına saygılı olmak var. Bunları korusaydık Ortadoğu kan gölü olmazdı.
 
Tanrı kavramını bu kitapta nasıl işlediniz? Bir efendinin ve kölenin gözünden tanrıya bakışın doğurduğu anlamları ve farklılıklarını nasıl anlatıyorsunuz?
 
İslam toprakları içerisinde doğmuş ama daha sonra Emevilere göre aykırı olan ve öldürülen İslam aydınlarının ilk temsilcisi Vâsıl Bin Âta’dır. Bir gün biri Vâsıl’a gelip, ‘Sen tanrıya inanmıyormuşsun diyorlar’ diyor. Vâsıl da ‘hangi tanrı’ diye soruyor ve ekliyor: ‘Bana göre iki tanrı var. Birincisi bizim görmediğimiz, bütün evreni yaratan ve tüm canlılara saygılı olan tanrı. Onunla hiçbir sorunum yok, onu seviyorum. Diğer tanrı ise insanın yarattığı tanrıdır. Örneğin rahibe der ki: Sen evlenme, içki iç! Müslümana ise der ki: Sen dört kadın al ama içki içme! Bir insanın uyandıktan sonra yeniden yatağa girene kadar ayrı ayrı bir sürü kurallar getiren, üstelik bu kuralları her kavim için farklı getiren ve yeryüzünde yaşayan insanları bu kurallar yüzünden birbirini boğazlayacak hale getiren bir tanrı yaratıldı’ diyor. ‘Bu tanrı insanın yarattığı tanrıdır ve ben onu kabul etmiyorum’ diyor. Biz bunları konuşmak zorundayız.
 
Köle Vâsıl aradan geçen yıllar sonra Nashaslar (köle satıcıları) tarafından ablasıyla pazarda satışa sunulduğu ilk günü hatırlıyor. O an Vâsıl’ın gözünde neler canlandı?
 
Hayatı boyunca o anın etkisinden kurtulamıyor, korkunç bir an. Düşünsenize. Herhangi bir şehirde yaşarken, dışarıdan gelen bir istilacı ordu ailenizi öldürecek. Sizi de iyi çalışıyor diye alıp köle yapacak. Boynunuza pranga takıyorlar, köle pazarlarında çırılçıplak soyup satıyorlar. Hiçbir toplumsal sistem ve ahlaki yapı bunu meşru kılamaz. Kötü olan şey bugün 21’inci yüzyılda kimilerinin böyle bir toplumsal sistem yaratma çabası. İnsanların bugünü anlayabilmeleri için bugüne şekil veren geçmişi anlamaları lazım. İnanıyorum ki herkes bir gün sosyal adaletin, eşitliğin ne demek olduğunu ve bir milletin bir başka millete nazaran üstün olmadığını anlayacak.
 
Sizce günümüzün Nashasları kimler? Ve yine günümüzün köle pazarları nasıl modernize edildi?
 
Her ne kadar günümüzdeki kapitalist sistemin pratiğinde ‘kölelik ve efendilik’ olmasa da savaşların, toplumsal eşitsizliğin ana kaynağı kapitalizmdir. İnsanlık eğer sınıflar arası farklılıklardan, sömürülmek istemiyorsa, kapitalizmi insanlık tarihinden silmek zorundadır. En tehlikelisi de geçmiş dönemlerde savaşlar bölgeseldi ama şimdi kapitalizmin ulaştığı savaş aletleri sadece insan ırkını değil, yeryüzünde yaşayan tüm canlıları yok edebilecek güce ulaştı. Bu sistemden kurtulmadığımız sürece doğa dâhil her şey yok olacak. Vâsıl’da da anlattığım inanç ve düşüncelerden kurtulursak ancak kapitalizmden kurtulabiliriz. Milyonlarca insan bir avuç azınlığın egemenliği altında, üstelik doymak da bilmiyor.
 
 Efendisinin torununa âşık olmuş köle Vâsıl'ın öyküsü, okuyucunun içinde bulunduğu toplumsal sisteme dair nasıl bir farkındalık kazandırıyor?
 
 Bugün de milyonlarca insan cennet vaatleriyle dünyadan soyutlanıyor, uyutuluyor. Efendiler bu dünyada en güzel şekilde yaşarken, kölelere de ‘siz diğer dünyada yaşayacaksınız’ diyor ve cenneti güzelliyor.
 
Bugün bile birçok tarikatın örnek aldığı Hasan Basri önemli bir sahabedir. Vâsıl başta onunla birlikte hareket etse de onunla ayrışıyor. Hasan Basri’nin annesi peygamberin kölelerinden bir tanesidir. Babası da önemli bir ailenin kölesidir. Dolayısıyla hayatta çocuk olarak ve büyüdükten sonra istediği hiçbir şeye ulaşamamış ve ulaşmaya olan arzusunu da kaybetmiştir. Yaşama sevincini kaybedince, kendini yeryüzünden soyutluyor ve diğer dünyaya yöneliyor. Diyor ki: ‘Ben bu dünyada bir şey yaşamadım ama diğer dünyada bunları yaşayacağım.’ Yarı çıplak, aç ve perişan bir halde yaşıyor. Sonrasında binlerce köle de ona katılıyor ve yeryüzündeki tüm zulümlere karşı duyarsız kalıyorlar. Hatta bir an önce ölmek için çabalıyorlar. Dünyada ulaşamadığı arzulara bir an önce ulaşmak istiyorlar. Hasan Basri’nin müritlerinden biri kendisine cennet övgüsü yapılınca, ‘daha fazla kirlenmeden kendi hayatıma son vereyim de cennete gideyim’ diyor. Çölün ortasında yavaş yavaş ölüm duygularını tadarak, ölümün yaklaştığı an yaptığı şeyin doğru olmadığını anlıyor ve pişman oluyor. Ancak artık geri dönecek noktada değildir. Tesadüfen o an oradan geçen bir kervan onu kurtarıyor. Ona verilen ilk ve tek şey müridi hayata döndürüyor. Kervandan ona uzatılan bir bardak şarap onu hayata yeniden döndürüyor ve artık bir şarapçı olarak yaşamına devam ediyor. 
 
İşte Vâsıl Bin Âta, bu dünyada yaşanılması gereken şeylerin öbür dünyaya bırakılamayacağına inanıyor ve bu mücadeleyi veriyor. ‘Efendiler hangi haklara sahipse bizde ona sahip olmalıyız’ diyor. Bugün de milyonlarca insan cennet vaatleriyle dünyadan soyutlanıyor, uyutuluyor. Bir din adamı çıkıp, ‘fakir zenginden daha evvel cennete girer’ diyor. Efendiler bu dünyada en güzel şekilde yaşarken, kölelere de ‘siz diğer dünyada yaşayacaksınız’ diyor ve cenneti güzelliyor.
 
MA / Fırat Can Arslan