HABER MERKEZİ - NATO-Türkiye ilişkilerinin dünü ve bugününe ayna tutan yazar Murat Çakır, “İyi Kürt-Kötü Kürt” politikasının mucidi olarak işaret ettiği Almanya’nın, Kürtlere yönelik savaşı, bir “NATO savaşı” bilinciyle hareket ederek körüklediğini söyledi.
Soğuk savaş döneminde 12 ülke tarafından “ortak savunma” amacıyla 1949'da kurulan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Varşova Paktı'nın 1991'de dağılmasına rağmen bir “savaş ittifakı” olarak varlığını sürdürdü. Dönemin ruhuna uygun şekilde yeni düşmanların yaratıldığı zeminde ittifak içerisinde yer alan kapitalist ülkelerin sayısı da zamanla 30’a yükseldi. Bu ittifakın siyasi ayağı olan Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasındaki gerilim Kürtlerin Kuzey ve Doğu Suriye’de statü sahibi olmasıyla başladı.
AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 2016 yılında “AB, Türkiye için hiçbir zaman hayırlı rüya görmedi” sözlerini sarf edip, NATO’nun tehdit kabul ettiği Rusya'dan S-400 satın aldı. Çin’le ticari ilişkileri büyütüp, AB'ye karşı Şanghay Beşlisi içinde yer alma blöfünde bulundu. Donald Trump’un başkanlığı döneminde ABD-NATO-AB arasındaki çelişkileri kullanan AKP iktidarı, kendi hesabına Ortadoğu ve Akdeniz’de kimi politik, askeri ve ekonomik adımlar attı.
Ancak Joe Biden dönemiyle birlikte Halkbank davası ve Ermeni Soykırımı kabulü gibi adımlarla hizaya çekilen Türkiye, yeniden NATO eksenine geri döndü. NATO’nun yeni dönem çizgisi ise, üye devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla 14 Haziran’da Belçika’nın başkenti Brüksel’de toplanan zirvede onaylanan 2030 Stratejik Konsepti ile çizilmiş oldu. Bu zirvede ABD’nin boşluğunda Afganistan’da Kabil Havaalanı’nın güvenliğini sağlama rolü üstlenen Türkiye’ye verilen ödül ise, Kürt kazanımlarını bertaraf etmek amacıyla 2014 yılında uygulamaya konulan “Çöktürme Planı”nın bir devamı olan sınır ötesi operasyonlara verilen destek oldu. Bu desteği en görünür biçimde veren ülkelerin başında, Türkiye'nin en önemli ihracat ve ithalat partnerlerinden birisi olan Almanya geliyor.
Uluslararası İlişkiler Uzmanı ve yazar Murat Çakır, NATO’nun yeni dönem stratejisi ve Türkiye’yle yakın temasta olan Almanya özelinde Kürt sorununa nasıl yaklaşıldığına dair sorularımızı yanıtladı.
Son yıllarda küresel çapta yaşanan kimi önemli gelişmeler içerisinde NATO, Donald Trump döneminde kaotik bir görüntü verdi. 14 Haziran’da toplanan Liderler Zirvesi’nden çıkan sonuç bildirgesi ve liderlerin mesajlarına bakıldığında ittifak açısından bir değişim havası söz konusu mu?
ABD emperyalizminin ‘Rusya’yı NATO üyesi ülkelerle kuşatma’ stratejisi, NATO askeri yapılanmasının Doğu Avrupa’da rotasyon usulüyle güçlendirilmesi üzerinden NATO stratejisi hâline getirildi. Ancak ABD ve Almanya-Fransa aksi arasındaki (Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti konusunda) ciddi çelişkilerin üstü örtülemedi.
Aslına bakılırsa NATO açısından büyük bir değişim söz konusu değil. Trump’ın patavatsız tavrının ardında gizlenen, ama görünür çıkar çelişkileri varlıklarını sürdürüyor. Bir savaş aygıtı ve ortak çıkarların koruyucu yapısı olarak NATO’ya hâlâ sahip çıkılıyor. Avrupalı üyeler Biden ile ittifak kurallarına uyulacağı garantisini aldılar. Karşılığında silahlanma giderlerinin GYSMH’nin yüzde 2’ye yükseltileceği ve NATO giderleri yükünün daha çok paylaşılacağı kabul edildi. Bununla birlikte ABD emperyalizminin ‘Rusya’yı NATO üyesi ülkelerle kuşatma’ stratejisi, NATO askeri yapılanmasının Doğu Avrupa’da rotasyon usulüyle güçlendirilmesi üzerinden NATO stratejisi hâline getirildi. Avrupalı NATO üyeleri arasında, özellikle Almanya’da Transatlantikçi kesimlerin güçlenmesi nedeniyle ve Biden yönetiminin ‘ABD’ye güvenebilirsiniz’ mesajı vermesi üzerine belirli bir birliktelik resmi verildi. Ancak -ki bunu Alman sermaye kesimlerinin sözcüsü olan medyada okuyabiliyoruz- ABD ve Almanya-Fransa aksi arasındaki (Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti konusunda) ciddi çelişkilerin üstü örtülemedi.
Biden yönetiminin Trump döneminde başlatılan ‘Önce Amerika’ politikasına kimi yumuşatmalara rağmen devam etmesi, askeri güçlerini Ortadoğu’dan çekerek Hint-Pasifik bölgesine yönlendirmesi, Çin Halk Cumhuriyeti ile olan ticaret savaşını sertleştirmesi, Ukrayna ihtilafında yangına körükle gitmesi ve Rusya Federasyonu’nu hedefine koyması, Almanya-Fransa öncülüğündeki Avrupa’nın ekonomik ve stratejik çıkarlarını zedeliyor. Bununla birlikte Avrupa hâlâ askeri gücü açısından ABD’ye göbeğinden bağımlı ve dünya çapındaki politikalar konusunda ABD ile iş birliğine mahkûm. Aynı şekilde ABD de Ortadoğu, Akdeniz ve Afrika’daki sorunların ‘çözüm’ünü Avrupa’ya delege etmek zorunda. Bu karşılıklı zorunluluklar ve bağımlılıklar tüm çelişkilere rağmen ABD ve Avrupa’yı NATO çerçevesinde iş birliğini sürdürmeye zorluyor.
Kaldı ki emperyalist-kapitalist dünya düzeninin devasa meydan okumaları karşısında birlikte hareket etme zorunluluğunun yanı sıra bu güçleri birbirlerine bağlayan ortak çıkarlar hâlâ mevcudiyetlerini koruyorlar. O açıdan Trump’dan daha güvenilir ve istikrarlı bir çizgi izleyen Biden yönetiminin verdiği vaatler ve garantiler, NATO’nun 14 Haziran’da ‘birlik’ resmi vermesini sağladı denilebilir. Ancak, bir sonraki ABD seçimlerinden sonra Trump’ın politikalarına geri dönüş olasılığı Avrupa’da hâlâ kaygı uyandırmaya devam ediyor. Sonuç itibariyle sonuç bildirgesi ve lider mesajları her ne kadar belirli bir değişim havasına işaret etse de arka planda çelişkiler birikmeye devam ediyor.
Üzerinde uzlaşılan 2030 Stratejik Konsepti’nin, iç çelişkilerle daha da büyüyen Çin ve Rusya tehdidi karşısındaki küresel yansımaları neler olur?
NATO’nun 2030 Stratejik Konsepti bugüne dek sürdürülen saldırgan NATO politikalarının yenilenmesinden ibaret. Aslına bakılırsa bahsettiğiniz ‘iç çelişkiler’ doğrudan Rusya ve Çin ile bağlantılı. Halihazırda ABD’nin Rusya’ya karşı politikasını sertleştirmesi, Baltık Denizi’ndeki askeri tatbikatlarına hız vermesi, NATO’nun ‘Defender Europe’ tatbikatlarında Rusya’yı açık hedef olarak deklare etmesi, Britanya Deniz Kuvvetleri yardımıyla Karadeniz’de provokatif girişimlerde bulunması ve Ukrayna’nın NATO üyesi yapılması için bastırması, olası bir nükleer savaşın doğrudan merkezi olacak Avrupa açısından büyük bir tehdit potansiyeli taşımaktadır.
Her ne kadar konjonktürel olarak Almanya ve Fransa’nın dış politikasında Rusya karşıtı söylemler ağırlık kazanıyor olsa da Berlin’de ve Paris’te uzun vadede Rusya ile barış içinde yaşamaktan başka gerçekçi alternatifin olmadığı biliniyor. Nihâyetinde Rusya konusunda ABD ile Avrupa’nın hedef ve çıkarları her zaman örtüşmüyor.
ABD’nin Çin’e yönelik saldırganlığını artırması, Hint-Pasifik Bölgesinde Hindistan’ı da Avustralya ve Japonya ile olan ittifakına katarak bir ‘Pasifik NATO’su’ oluşturmaya çalışması ve bu bölgedeki askeri ve ekonomik hakimiyetin ele geçirilmesinin birincil öncelik hâline getirilmesi, Avrupa üzerindeki, ama özellikle şimdiye kadar Çin konusunda çekimser tavır sergileyen Alman sermaye fraksiyonları üzerindeki baskıyı artıracağa benziyor. Britanya ve Fransa’nın savaş gemilerini Pasifik’e göndererek ABD stratejilerine destek çıkması ve Almanya’da Eylül ayında yapılacak seçimlerden sonra açık Rusya düşmanı ve Çin karşıtı söylemleriyle Yeşiller Partisi’nin hükümet ortağı olma olasılığı, Avrupalı emperyalist güçlerin ısınan Pasifik sularında Çin karşısında pozisyon alacaklarına işaret ediyor.
Bu gelişmelerin küresel yansımaları, en başta Ortadoğu ve Akdeniz olmak üzere dünya çapındaki farklı ihtilaf bölgelerindeki çatışmaların hız kazanması olarak kendisini gösterecek. ABD, Almanya, Britanya ve Fransa, NATO’nun taşıyıcı ülkeleri olarak Rusya ile Çin’in dünyanın muhtelif coğrafyalarındaki etkileri geri püskürtmek için iş birliğini güçlendirecekler. Bu da kimi coğrafyalarda taşeron güçlere yetki verilmesine, etnik ve dinsel çatışmaların körüklenmesine ve dünya çapında silahlanmanın rekor seviyelere ulaşmasına neden olacak. NATO’nun yenilenen stratejik konsepti bu biçimiyle şimdiye kadar olmamış şekilde dünyayı yangın yerine çevirebilecek bir tehdit potansiyeli hâline gelmiştir. Çünkü karşılarına aldıkları Rusya ve Çin ellerindeki nükleer cephanelerle kolay yutulacak lokmalar olmadıklarını defalarca kanıtlamışlardır.
AB ile Türkiye arasında son yıllarda kimi konularda yaşanan gerilim, Doğu Akdeniz'deki doğal gaz arama ve sondaj faaliyetleriyle tırmanmıştı. 10-11 Aralık'taki AB Liderler Zirvesi’nde Türkiye'ye yönelik yaptırım listesinin genişletilmesi kararlaştırılsa da bu rafa kaldırıldı. Son zirveyle NATO-Türkiye ilişkileri nasıl bir şekle bürünmüş oldu?
Türkiye, NATO’nun sadık bir üyesi ve ABD’nin işbirlikçisidir. Dolayısıyla Türkiye; Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar üçgeninde NATO’nun Stratejik Konsepti çerçevesinde üstlendiği görevleri yerine getirecek, karşılığında da Batının askeri, siyasi ve iktisadi desteğini almaya devam edecektir.
Türkiye’nin Batılı müttefikleri ile olan ilişkileri oldum olası zikzaklı bir çizgi izlemiş ve konjonktürel gelişmelere bağlı olarak farklı gerilimlere neden olmuştur. Türkiye’deki erk sahiplerinin farklı dönemlerde kullandıkları ve özünde sürekli olarak birbirleri ile çelişen söylemleri iç politikada prim yapabiliyor olsa da Türkiye’nin askeri, siyasi ve iktisadi olarak kopmaz biçimde Batı’ya bağımlı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Türkiye, başta Almanya olmak üzere Avrupa ve ABD açısından yaşamsal önem taşıyan bir jeopolitik-jeostratejik coğrafyanın merkezinde durmaktadır. Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar üçgeni üzerindeki hakimiyetin sağlanması için Türk egemen sınıfları vazgeçilmez ortak pozisyonundadırlar. Ancak ortaklık, müttefiklik ve işbirlikçiliğin de belirli dönemlerde çelişkili ve gerilimli gündemleri olmaktadır. Boğazlar, Ege Denizi ve adalar, Kıbrıs, Doğu Akdeniz veya insan hakları ve vize muafiyetleri gibi karşılıklı şartlı rehinler kimi zaman zayıf taraf olan Türkiye’nin lehine işleyebilmektedir. Ama uzun vadede, Edirne’den Hakkari’ye araba tamircisinden ağır sanayine kadar ekonomisi Batıdan gelen ithalata bağımlı olan Türkiye’nin Batıdan ve NATO’dan kopamayacağı gerçeği değişmiyor.
AKP-Saray rejiminin özellikle Doğu Akdeniz ve Libya politikalarıyla gerilimi artırması ve ardından geri adım atması bunu göstermektedir. Nitekim Türkiye, NATO Zirvesinde alınan tüm kararlara NATO üyesi olarak imza atmış, safını belirlemiş ve görevlerine olan sadakati vurgulamış oldu. O açıdan NATO-Türkiye ilişkilerindeki kimi görüngülere bakarak aralarında ihtilaf olduğu yanılgısına düşülmemelidir.
Türkiye, NATO’nun sadık bir üyesi ve ABD’nin işbirlikçisidir. Dolayısıyla Türkiye; Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar üçgeninde NATO’nun Stratejik Konsepti çerçevesinde üstlendiği görevleri yerine getirecek, karşılığında da Batının askeri, siyasi ve iktisadi desteğini almaya devam edecektir. Son zirve ile NATO-Türkiye ilişkileri savaş kışkırtıcısı işbirlikçilik ekseninde yoluna devam edecektir.
NATO ile Türkiye arasında önümüzdeki yıllarda kriz oluşturabilecek konular, alanlar hangileri?
Şahsen NATO ile Türkiye arasında ‘kriz’ oluşmasının, ancak NATO karşıtı bir hükümetin iktidara gelmesi ve ülkenin NATO’dan çıkmaya karar vermesi sonucunda olabileceğine inanıyorum. Elbette belirli gerilimler, aynı geçmişte olduğu gibi, söz konusu olacaklardır. Ancak bu tür gerilimler farklı tavizler, baskı ve yaptırımlarla, gene geçmişte olduğu gibi, aşılacaktır. Türkiye’nin toplumsal bölünmüşlüğü, iktisadi, sosyal ve siyasal sorunları ve bu bağlamda 1923’ten bu yana çözmediği tüm sorunları ile içinden çıkamadığı çoklu kriz ortamı, Türkiye’deki egemen sınıfları her zaman Batıdan ve NATO’dan yana olmaya zorlamaktadır. Nitekim en son TÜSİAD ile AKP-Saray rejiminin destekçisi faşist MHP arasında gündeme gelen gerilim ve Türkiye kapitalizminin en örgütlü ve emperyalist-kapitalist dünya düzeniyle en uyumlu sermaye kesimlerini temsil eden TÜSİAD’ın, ‘Çıkarlarımızın Avrupa ve transatlantik ittifakın parçası olmayı gerektirdiğini düşünüyoruz’ açıklamasını yapıp, ‘Türkiye NATO’daki taahhütlerini yerine getirmelidir’ talebinde bulunarak, rejime ayar çekmesi buna işaret etmektedir. O açıdan önümüzdeki yıllarda NATO-Türkiye ilişkilerinde krizden ziyade iş birliğinin artacağı konulara ve alanlara tanık olacağız.
NATO-AB içerisinde önemli bir ağırlık oluşturan iki güçten Almanya, Fransa’nın aksine Türkiye’nin politikalarına sessiz kaldı, destek verdi şimdiye dek. Tarihi geçmişi bulunan Almanya-Türkiye arasında nasıl bir siyasi ve ekonomik ilişki var?
Alman emperyalizmi Türkiye politikalarında 150 yılı aşkın bir süredir değişmeyen bir çizgi izlemektedir. Gerek Kayser Wilhelm döneminde gerek Hitler faşizmi ve İkinci Dünya Paylaşım Savaşı esnasında, gerekse de 1945’ten bu yana Türkiye-Alman sermayesi için her zaman yaşamsal önem taşıyan bir mevzi olmuştur. Nasıl 1905’te ‘Güçlü Türkiye ulusal ve ekonomik çıkarlarımıza uygundur’ dendiyse ve 1915’de Ermeni-Asuri Soykırımına destek çıkıldıysa, nasıl 1939 sonrasında Türk hükümetlerine her türlü destek verildi ve NATO kurulduktan sonra Türkiye’nin hamisi olunduysa, Merkel döneminde de ‘Türkiye’yi desteklemek ulusal, stratejik ve ekonomik çıkarlarımızın gereğidir’ söylemi devlet politikası hâline getirilmiştir.
Türkiye, Alman silah tekelleri ve askeri-sınai kompleksi için vazgeçilmez bir ortak, yaklaşık 7 bin Alman tekelinin üretim merkezi ve Avrupa’ya yönelik enerji nakil hatlarının bulunduğu bir enerji tedarik merkezidir. Zaten bu nedenle Akdeniz ve Kuzey Afrika’da kendi ajandasını takip eden ortağı Fransa ile belirli bir gerilim yaşamaktadır, ancak buna rağmen Türkiye’yi desteklemeye devam etmektedir, edecektir. Türkiye başta Almanya olmak üzere, tüm Avrupa için bir tampon ülke ve Ortadoğu-Kafkasya piyasalarına açılan bir kapıdır. Aynı zamanda mültecileri Avrupa’dan uzak tutacak olan jandarma görevini üstlenmektedir. O açıdan Almanya-Türkiye arasındaki ilişkiler Fransa’nın bozamayacağı derinlikte ve NATO politikaları açısından sürdürülmesi gereken ivediliktedir.
ABD’nin Biden ile yeniden masaya dönmesiyle Almanya-Türkiye ilişkilerinde değişim olası mı? Ne tür değişimlerle karşılaşabiliriz?
Bir önceki soruyla bağlantılı olarak Almanya-Türkiye ilişkilerinde herhangi bir değişim olmayacağını söyleyebilirim. Eğer değişimden söz edilecekse, o da ilişkilerin daha da derinleştirilmesi ve iş birliğinin güçlendirilmesi olacaktır. Hâlihazırda Almanya’nın dış politikasında Rusya düşmanı söylemlerin güçlenmesi, aynı zamanda Almanya’nın hamiliği altındaki AKP-Saray rejiminin dış politikasını da etkileyecektir. Nitekim Türkiye’nin Ukrayna ile kurduğu ilişkilerde bir biçimiyle bu etkinin sonuçları görülmektedir. Hoş, AKP-Saray rejimi “aile şirketi” olan Bayraktar ile İHA ve SİHA pazarlamasını yaparak ve Altay saldırı tankı için Ukrayna’yla ortak üretim konusunu görüşerek belirli tekil çıkarlar peşinde koşuyor, ancak neticede bundan en fazla faydalanan Alman silah tekelleri olacaktır. Çünkü Türkiye’nin Ukrayna’ya sattığı İHA ve SİHA’ların temel parçaları ve dört savaş gemisi Alman silah tekellerinden yapılan ithalat olmaksızın üretilemezler bile. O açıdan tekrar Almanya-Türkiye ilişkilerinde bir değişim olmayacağını söyleyebilirim. Dahası, AKP-Saray rejiminin en önemli destekçisinin Alman emperyalizmi olmaya devam edeceğini de.
Almanya’nın iktidarda kim olursa olsun Türkiye’ye destek verdiği temel konuların başında Kürt sorunu geldi. Almanya, Kürt sorununa bugüne dek nasıl yaklaştı?
Almanya hem Türkiye’ye destek çıkarak hem de Almanya’daki Kürt kurumlarını baskı, şantaj ve yasaklamalarla çerçevelenmiş bir ilişki içinde tutarak, Kürt düşmanı bir siyaset izlemektedir. Tüm bunlar, Almanya ve Türkiye arasındaki kopmaz işbirlikçiliğinin bir sonucudur.
Almanya, Kürtler ve Kürdistan konusunda Türkiye’nin inkâr ve savaş politikalarıyla eşgüdümlü bir çizgi izlemektedir. Alman ve Avrupa kamuoyunda bilhassa Rojava savunmasıyla birlikte Kürt halkına yönelik sempatinin zirve yapması ve aynı zamanda Türkiye’deki iktidarlara karşı her zaman kullanılan bir şartlı rehin olması, Almanya’nın Kürt politikasının ikiyüzlü yürütülmesine neden oldu. Aslında Almanya’nın Türkiye’nin Kürt sorununa yaklaşımını birebir üstlendiğini söyleyebiliriz.
Yasaklamalar ve yaptırımlarla Almanya’daki Kürt kurumları üzerinde uygulanan baskı, Türkiye’dekinden pek farklı değil. Kürt kurumları sürekli olarak kriminalize edilmekte ve her görüşme öncesinde tutuklama furyasıyla Türk hükümetlerine ‘olumlu’ sinyal verilmektedir. Başka bir örnek vermek gerekirse, HDP hakkında kapatma davası açılmadan kısa bir süre önce Avrupa’daki HDP temsilcileriyle görüşme yapan Alman Dışişleri Bakanlığı sözcüsünden bahsetmek lazım. HDP’ye kapatma davası açılacağından haberdar olmasına rağmen HDP’lilerle görüşmede tek kelime etmeden, ‘HDP’nin demokratik mücadelesini destekliyoruz’ diyerek, aslında HDP’lileri kullanmaya çalışmıştır. Açıkçası şahsen Almanya’nın Türkiye ve Kürdistan’da yürütülen kirli savaşın en önemli destekçisi olduğunu düşünüyorum.
Alman hükümetlerinin Almanya’daki Kürt kurumları ile görüşüyor görüntüsünü vermesinin tek nedeninin de Kürtlerin Avrupa’da güçlü bir örgütlenmeye sahip olduğunu söyleyebilirim. Almanya hem Türkiye’ye destek çıkarak hem de Almanya’daki Kürt kurumlarını baskı, şantaj ve yasaklamalarla çerçevelenmiş bir ilişki içinde tutarak, Kürt düşmanı bir siyaset izlemektedir. Tüm bunlar, önceki sorularda belirttiğim gibi, Almanya ve Türkiye arasındaki kopmaz işbirlikçiliğinin bir sonucudur.
Almanya, Kuzey ve Doğu Suriye ile birlikte Kürtlerin bugün Ortadoğu’da giderek bir güç haline gelmesine nasıl yaklaşıyor? Türkiye, Federe Kürdistan Bölgesi’ne operasyon halinde; KDP’nin bu operasyona destek vermesiyle Kürt güçler arasında ortaya çıkan çatışma riskine karşı oluşturulan aralarında yabancı parlamenterlerin de olduğu Kürdistan’ı Savun İnisiyatifi üyeleri Frankfurt Havaalanı’nda gözaltına alındı. Bu yaklaşımın Almanya açısından anlattıkları nedir?
Gerektiğinde ‘kullanılabilecek’ ve Alman emperyalizminin çıkarları için öne sürülebilecek bir güç olarak ‘satın alabilmeye’ çalışıyor. ‘İyi Kürt-Kötü Kürt’ politikasının mucidinin Almanya olduğunu dahi iddia edebilirim. Çünkü Almanya, Kürt Özgürlük Hareketinin ‘kontrol’ edilemeyeceğini ve satın alınamayacağını çok iyi biliyor. O nedenle Kürtleri gerek Almanya ve Avrupa’da gerekse de Kürdistan’da farklı adımlarla bölmeye, birlik olmalarını engellemeye çalışıyor, kriminalize ediyor, ayırımcı davranıyor, Kürt Özgürlük Hareketini terörize ediyor ve kamuoyunda karalamaya çalışıyor.
Diğer taraftan da işbirlikçi Kürt kurumlarına maddi ve siyasi destek çıkıyor. Özcesi, Türkiye Kürdistan’ın tüm köşelerinde ve Ortadoğu’da bir güç haline gelen Kürtlere nasıl yaklaşıyorsa, Almanya’da öyle yaklaşıyor.
Olağan burjuva demokrasilerinde skandal sayılacak bir tutum sergileyen Almanya, hukuk devleti konusunda da aynı Türkiye gibi davranıyor. Düşünebiliyor musunuz; Almanya’da halkın oylarıyla seçilmiş parlamenterlerin seyahat özgürlüğü, ‘Türkiye ile olan ilişkilerimiz bozulabilir’ gerekçesiyle kısıtlanabiliyor. Gene aynı şekilde amaçları sadece barışı sağlamak ve olası kardeş kavgasının önüne geçmek olan şahsiyetlerin oluşturduğu bir delegasyon havalimanında karga tulumba gözaltına alınıyor. Aslında bu yaklaşım Almanya açısından her şeyi anlatıyor.
Asıl önemli olan ve dikkat çekmek istediğimi husus, bu yaklaşımların NATO’nun Türkiye’den önümüzdeki dönemde beklediklerine işaret etmesidir. Bu da Kürdistan’ın dört parçasında savaşı kızıştıracak, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini boğmak için savaş ve işgal politikalarına hız verecek bir Türkiye beklentisidir. Türk egemenlerinin hamisi Alman emperyalizmi, Kürtlere yönelik kirli savaşın aslında bir NATO savaşı olduğu bilinciyle hareket etmekte ve bu savaşı körüklemektedir. Kürt düşmanlığı Almanya’nın net tavrıdır ve bu, çıkarları söz konusu olduğundan hiç değişmeyecektir.
Türkiye’ye silah-askeri malzeme ihraç eden ülkelerinin başında daima Almanya geldi. Milyonlarca Euro’luk bir silah ticareti. Türkiye’nin bugünkü koşullara sürüklenmesinde Almanya ve diğer Batı ülkeleri ne kadar sorumlu?
Türk egemenlerinin hamisi Alman emperyalizmi, Kürtlere yönelik kirli savaşın aslında bir NATO savaşı olduğu bilinciyle hareket etmekte ve bu savaşı körüklemektedir. Kürt düşmanlığı Almanya’nın net tavrıdır ve bu, çıkarları söz konusu olduğundan hiç değişmeyecektir.
Türkiye’nin bugünkü koşullara sürüklenmesinde faşist MHP destekli AKP-Saray rejimi olduğu kadar Almanya ve diğer emperyalist devletler de sorumludur. Türkiye’deki, yerli ve milli olduğu iddia edilen askeri-sınai kompleks doğrudan Alman silah tekellerinin desteğiyle palazlanmıştır. Ölüm kusan savaş mekanizmasından en çok faydalananlar, başta Almanya’dakiler olmak üzere, emperyalist ülkelerin silah tekelleridir. Türkiye’deki egemen sınıflar da bundan pay almaktadırlar. Ancak bugün gelinen nokta, ekonomide ve her siyaset alanında çözülmez kriz ortamı ve toplumsal parçalanmışlıktır. Türkiye’nin en büyük sermaye kesimleri bu nedenle MHP üzerinden rejime uyarıda bulunmaktadırlar. Ama ne Almanya ne de diğer emperyalist devletler rejimi içine düştüğü kriz batağından kurtaramayacaklardır. Şahsen bu durumun Türkiye’de demokrasi güçlerine büyük fırsatlar sunduğu inancındayım.
Türkiye’dekilere akıl verme ukalalığında bulunmak istemem, ancak kanımca asıl görev Türkiye işçi sınıfının devrimci güçlerine ve Kürdistan Özgürlük Hareketine düşmektedir. Eğer onlar, farklı direniş odakları arasında köprü kurma ve ortak çıkarlar için ortak mücadeleyi örme basiretini gösterebilirlerse, işte o zaman Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu için umutlu bir yola girilebilir. Bölge halkları, ezilen ve sömürülen sınıfların barışçıl ve özgür geleceği bence bu basirete bağlıdır.
MA / Ömer Çelik