Doğan: Kurtuluş kültürel devrimle mümkün 2020-05-27 09:06:27 İSTANBUL - Kapitalizmin önümüzdeki süreçte daha büyük tehlikeler doğuracağına işaret ederek, yeni bir “insan-doğa” ilişkisinin geliştirilmesi gerektiğini belirten akademisyen Ali Ekber Doğan, bunun en önemli adımının kültürel bir devrim olduğunu söyledi.   Tüm dünyayı uzun süredir tedirgin eden koronavirüs (Kovid-19) salgınıyla kapitalist sistemin doğa üzerindeki etkisi ve yarattığı tahribatlar biraz daha görünür oldu. Dengesiyle oynanan doğada birçok felaket yaşanırken, neoliberalizmin bir ürünü olan günümüz kentleşmesinin sonucu olarak da felaketler çok daha hızlı bir şekilde yayılıyor. Almanya’nın Siegen Üniversitesi Felsefe Fakültesi Sosyal ve Siyasal Bilimler Bölümü araştırma görevlisi Dr. Ali Ekber Doğan, kapitalist kar hırsıyla Kovid-19 salgınının ilişkisi, azman kentleşmenin salgının yayılmasındaki payı, salgının nasıl bir dünyaya kapı açtığı gibi tartışmalara ilişkin Mezopotamya Ajansı’nın sorularını yanıtladı.    Kapitalizmin neden olduğu ekolojik yıkım ile Kovid-19 arasında nasıl bir ilişki var?   Bunun doğrusal bir ilişki olduğunu ve dünyada yaşayan insanların çoğunluğunun da az çok bunun farkında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Salgın öncesinde de toplumların önemli bir kısmı yaşanan sıcaklık aşırılıkları, yangınlar, seller, tayfunlar, kuraklık, ormansızlaşma, çölleşme gibi ekolojik sorunlardan mevcut kapitalist üretim ve yeniden üretim tarzının sorumlu olduğunu az-çok biliyordu. Buna karşı gelişen ekolojik hareketler son yılların en güçlü sosyal muhalefet dinamiğine dönüşmüş, yeşil-çevreci partiler yükselişe geçmişti. Ama hakim kapitalistleşme biçimine, yani global neoliberalizme karşı isyanlar sadece onun sosyal ve ekonomik olarak tıkandığı yerlerde yaşandı. Geçen yılın son aylarında başlayan ve Şili’den Irak’a, Lübnan’a pek çok ülkede haftalarca süren isyanlar böylesi bir karaktere sahiptir. Buna karşın bu süreçte neoliberalizmin tıkanmışlığına bağlı işsizlik, temel gıda malzemelerinin pahalılaşması ve açık yoksullaşma gibi sorunların uzağında olduğunu düşünen toplumların çoğu son beş yılda, bencilce neoliberalizmin doğayla emeğin posasını çıkarmayı baskıcı-otoriter biçimlerde sürdürmeyi vaat eden aşırı sağcı-lümpen politikacıları seçmeye devam ettiler.   Brezilya’da Jair Bolsonaro’nun ABD’de Trump’ın, İngiltere’de Boris Johnson’ın seçilmesi Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın uzunca bir süre seçmenlerden yüksek destek almasının bununla ilişkisi olduğunu görmek gerekiyor. Bu gözardı edemeyeceğimiz bir hakikat. Yani neoliberal kapitalizm özellikle doğaya, kadınlar ve ezilen halkların hayatlarına kabus gibi çökse, ağır tahribatlar yaratıyor olsa da insanlık toplumunun genelinin böyle bir bencillikle bu modeli sürdürme ısrarında olduğunu tespit etmemiz gerekiyor.   Salgının hızlı bir şekilde yayılmasında günümüzdeki kentleşme biçiminin de ciddi katkısı olduğu söyleniyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?     Gezegensel kentleşme olgusu aynı zamandan azman bir metropolleşme ile şehir ölçeklerinin devasa boyutlara çıkmasıyla yaşandığı için bu salgınla karşı karşıya kaldık.   Bahsettiğiniz kentleşme biçimi de neoliberal kapitalizmin ürünü. Neoliberalizm 40 yıldır hakim bir ekonomi politikası. Farklı aşamalardan geçerek bugünkü halini aldı. Önce devletlerin ekonomiye müdahalelerinin sınırlanması ve sosyal yanlarının küçültülmesiyle başladı, sonra kamuya ait düzenleyici iktisadi girişimlerin özelleştirilmesi, sosyal hizmet alanlarının özel sermayeye açılmasıyla, 2000’lerden beri de doğanın yağmalanmasıyla sürdü. Bugünse neoliberal kapitalizm kendini, mevcut kırsal ve kentsel alanların azman bir metropolleşmeyle alt üst edildiği gezegensel kentleşmeyle yeniden üretiyor. Özellikle 1990 ve 2000’ler sonrasında yükselen piyasalar diye selamlanan BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) gibi ülkelerin başını çektiği yeni kapitalist merkezlerde devasa bir metropolleşme dalgası yaşandı. Kırsal alanların daha da tüketildiği ya da kente tabi kılındığı, kentsel tüketim için yağmalandığı, yok edildiği, vahşi doğanın içindeki hayvan, bitki ve yer altı zenginlikleriyle köşeye sıkıştırıldığı bir sosyo-mekansal gelişme biçimi bu.   Bu gezegensel kentleşme olgusu aynı zamandan azman bir metropolleşme ile şehir ölçeklerinin devasa boyutlara çıkmasıyla yaşandığı için bu salgınla karşı karşıya kaldık. Yani doğanın kendini yenileme döngülerindeki bozulma, daha çok küresel ısınmanın semptomlarıyla kendini gösterse de, endüstriyel tarım ve hayvancılıkla doğal yaşam alanlarının yağmalanmasının yarattığı benzeri salgınlarla daha sık karşılaşmaya başlamıştık. Örneğin kuş gribi, domuz gribi ya da diğer salgın hastalıklar 2000’li yıllardan sonra daha sık gözlemlediğimiz şeyler. Bu virüsleri inceleyen bilim insanları böylesi bir ilişkiyi ayrıntılarıyla ortaya koyuyorlar.   Fakat şu noktanın altını tekrar çizmek isterim ki devletlerin ve insanların çoğu bu durumu biliyor. Buna rağmen bir açıdan kölece, bir açıdan da gayet bilinçli olarak bu ölümcül üretim ve tüketim biçimini devam ettirmeyi tercih ediyorlar. İnsanlar bunu bir yanıyla başka türlüsü imkansız bir kader olarak, bir yanıyla da şartlandırıldıkları bu tüketimci haz toplumunu sürdürmeyi tercih ediyorlar.     Bu salgın sürecinden sonra dünya genelinde bir politik değişikliğin olmasını bekliyor musunuz?   Kısa vadede nasıl bir değişiklik olacağını görüyoruz. Yani devletlerin toplumsal kontrolü artmış durumda. Bir şekilde küresel meta zincirleri yani bir yerde üretilenlerin farklı bir yere götürülmesi ve ucuz olan malların dünya çapında dolaşımı sürecinde ciddi kopukluklar var. Bu yeni dengeler, rekabetler, çatışmalar ve içe kapanmacı eğilimler doğuracak gibi gözüküyor.    Bu “yeni normale” yatırım yapan otoriter milliyetçi-sağcı politikacılar eliyle devletlerin ve Amazon, Blackrock, Microsoft, Facebook gibi tekellerin denetim ve manipülasyonlarının artmasının ve baskıcı uygulamaların, demokratik siyasetin alanını daraltmaya, muhalefeti büyük ölçüde susturmaya çalışması gibi Türkiye, Macaristan, Hindistan gibi ülkelerin 10 yıldır deneyimlediği anti-demokratik sürecin kısa vadede dünyada güç kazanması beklenebilir gibi gözüküyor.   Orta ve uzun vadede bu çok sürdürülebilir durum mu?    5-10 yıl içerisinde geçmiştekilerden çok daha büyük ve senkronize isyan dalgaları, büyük göçler ve iç çatışmalar yaşanacak, devletlerle toplumlar daha keskin biçimlerde karşı karşıya gelecek.   Korona öncesi duruma tekrar dönülmeyecek. Bu yüzden de otoriter yönetimler “yeni normal oluşturacağız, gerçekten hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, artık bizim dediğimiz olacak, ekonomiyi de toplumu da yeniden buna göre şekillendireceğiz” gibi politikalar açıklıyor. Mesela geçen gün Tayyip Erdoğan konuşmasında defalarca “yeni normal”den bahsetti. Her ne kadar kısa vadede kapitalist devletler ve başlarındaki lümpen neo-faşist liderlikler daha fazla kontrolü eline alacakmış gibi gözükse de finans oligarşisiyle neoliberal kapitalizme kölece bağlı bu siyasetçilerin ekonomik-sosyal sorunları çözecek bir ekonomik canlanma yaratmaları da ekolojik krizi yavaşlatmaları da imkansıza yakın bir durum. Ama birçok ülkede rejimler daha da otoriterleşse, faşizan yönelimler sergilese de orta vadede bir üçüncü dünya savaşı ya da totaliter bir dünya devleti kurulmasının çok da mümkün olmadığını düşünüyorum. İnsanlığın kapitalizmle gidebileceği bir yol kalmadı. Sunduğu seçenekler; toplumsal dertlere, işsizliğe, yoksulluğa, küresel iklim krizine çare olmayacak. Bu yüzden 5-10 yıl içerisinde geçmiştekilerden çok daha büyük ve senkronize isyan dalgaları, büyük göçler ve iç çatışmalar yaşanacak, devletlerle toplumlar daha keskin biçimlerde karşı karşıya gelecek.    Son 10 yılı göz önünde bulundurarak, bu dinamiklerin vaat ettiği şeylerden biri; modern ulus-devletler arasında parsellenmiş dünya sisteminin sürdürülememesi ve devletsiz alanların çoğalması diye düşünüyorum.   Bu devletsiz alanlar nasıl çoğalacak?     Son yıllarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, Afrika’nın pek çok başka yerinde, Pakistan-Afganistan hattında görülen “sınırlarına hakim olmada çuvallamış devlet” gerçeğinin çok daha geniş alanlara yayılacağını öngörebiliriz. Buralarda da yerel kimlikçi savaş ağalarının ya da IŞİD gibi gerici-faşist yapıların hakimiyeti gelişeceği gibi daha özgürlükçü ve ortaklaşmacı öz yönetim modellerinin de gelişme şansı bulunuyor. Tabi bunun daha ideali özyönetimlerin, konfederal bir sözleşmeyle birbirini besleyen-dayanışan-güçlendiren bir modelde üretebilmesi. Bugünkü teknolojik olanaklarla kaynakları planlı biçimde örgütleyip, bir bolluk toplumu da yaratabilmesi mümkün ama insanlığın yolu uzun ve ideolojik-politik anlamda da durumu çok iç açıcı değil.    O yüzden özgür üreticilerin böylesi bir demokratik konfederal yapıda birleşmesine kadar çok acılar çekilecek ve belki de yeryüzü-doğa-atmosferik gazla insana bu şansı vermeyecek. Bunların hepsini önümüzdeki 10 veya en fazla 20 yıl içinde hızlı ekimde yaşayacağız gibi gözüküyor.   Peki, toplumun geniş kesimlerinde karşılık bulan komplo teorilerine olan ilgiyi nasıl yorumluyorsunuz?   Gerçekten de komplo teorilerin yaygın bir ilgi var. Bu bir yanıyla insanların çok genel ve çok fazla kafa yormadan bir takım açıklamalarla kendisini, mevcut eşitsiz ve doğa düşmanı sistemle ilişkisini düşünmeden, sorgulamadan sürdürmesini sağlayan konformist bir tutum. Bir yanıyla da insanların devlete ve büyük sermaye sahiplerine güvensizliğiyle de beslenen bir şey olduğunu da gözden kaçırmamalıyız. Yani bize ne açıklama yapılırsa yapılsın, bu güvenmediğimiz aktörler (devlet, sermaye medyası, sosyal medyayı manipülatif biçimde kullanan algoritma tekelleri vb.) tarafından yapılıyor ve bunların çoğu da demokratik denetim süreçlerine dışsal olan yapılar.    Tabii salgına ciddi bir sağ milliyetçiliğin, neofaşizmin kutuplaştırdığı bir dünyadan geldiğimizi de unutmamalı. Böylesi aşırı sağ damarın güçlü olduğu bir yerde tabi ki sorunun nedenini kendisi dışında aramak, salgını kullanarak topluma tehdit oluşturan bir takım güçlerin olduğunu varsaymak da egemenler açısından elverişli unsurlar. Ama maalesef süreç demokratik çevrelerin güvenemeyeceği güçler tarafından yönetilen bir karmaşık süreçten geçtiğimiz için muhalif kesimlerde de alıcı bulan merak uyandıran, paylaşılan komplo teorileri de oluyor. Yani ‘bizi niye kapattılar, çevremizde çoğu kişi ölmedi ki, normal zamanda daha fazla ölüyordu’ vs. gibi şeylerle birleşen bir söylem, emekçilerin ve ezilenlerin saflarında da yankılanıyor. Buradaki sorun bunların dönüştürücü, devrimci olmayan açıklama biçimleri olmasında en fazla eskiye dönüş özlemi yaratabilen bir söylem olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla şu haliyle komplo teorilerine doğru bilgiyi üretmeye çalışan gazetecilerin de aydınların da başına bela olan kapitalist musibetlerden birisi diyebiliriz.   Buradaki sorun bunların dönüştürücü, devrimci olmayan açıklama biçimleri olmasında en fazla eskiye dönüş özlemi yaratabilen bir söylem olmasından kaynaklanıyor. Komplo teorilerinin kafa karıştırıcılığı karşısında TTB gibi demokratik kamunun güvenebileceği kurumların düzenli aralıklarla halkı doğru ve şeffaf biçimde bilglendirmesi gerekir.     "Salgının ardından yeni bir düzen mümkün mü" tartışmaları çokça yapılıyor. Sizin bu konudaki fikirleriniz nedir?   Basitçe ‘bunu kapitalizm yarattı’ demek diyen bir muhaliflik ve haklı çıkmakla kendini sınırlayan muhalifliğin ötesine geçmek ve yeni önerilen şeylerin de ‘şu şöyle reformisttir, şu şöyle yetersizdir’ diye elinin tersiyle itmeden yeni bir toplumsal proje önermek gerekiyor.   Güçler dengesi açısından yeni bir dünyaya pek yakın değiliz. Ama şöyle bir durum var. Aşılamayan bir takım politik duruş noktaları var. Salgına neolibaralizmin yıkımının farkında olarak ve buna verdiği cevap otoretirleşme, milliyetçileşme ya da dini ideolojiler üzerinden ayrım yapmak biçiminde bölünmüş bir politik ortamla girdiğimiz için kısa vadede iyimser olmak kolay değil. Ama orta ve uzun vadede özellikle ekolojik isyanlar mevcut ekolojik krizle, kapitalizmin krizinin neoliberal politikaların yarattığı eşitsizliklere karşı isyanların artacağı bir döneme girdiğimizi söylemek gerekiyor. Fakat başarılı olmak için yeni şeyler söylemek gerekir. ‘Bu kapitalizmden kaynaklanıyor’ demenin ötesinde temel yurttaşlık hakları, istihdama bağlı olmayan yaşanabilir ücret talebini, temel çalışma saatlerinin kısaltılması, ekolojist bir insan doğa ilişkisini talep etme gibi talepleri gündeme getiren geniş çerçevelerin ortaya çıkması gerekiyor.   Ekososyalist bir programın mevcut ekonomik, teknolojik ve sosyal olanaklar kullanılarak programlanması ve muhalif antikapitalist hareketlerin bunu güçlü biçimde yeni sosyalizm, yeni bir ekolojik ortaklaşmacı medeniyet olarak öne sürmesi gerekiyor. İşte bir takım derin devletler ve gruplar yeni iktidar alternatifi yaratıyor ve insanlar bunu deneyelim diyorlar. Bu döngüyü kırmak için kapitalizmin ilerisinde bir medeniyete ulaşmak gerektiğini söylemek ama buna ulaşmak için yeni sözler etmek gerekiyor. Basitçe ‘bunu kapitalizm yarattı’ demek diyen bir muhaliflik ve haklı çıkmakla kendini sınırlayan muhalifliğin ötesine geçmek ve yeni önerilen şeylerin de ‘şu şöyle reformisttir, şu şöyle yetersizdir’ diye elinin tersiyle itmeden yeni bir toplumsal proje önermek gerekiyor. Evet, ekolojist bir duyarlılık ve hareket var. Bununla sosyal adalet taleplerini birleştiren yeni bir düzen, cumhuriyet, dünya ve medeniyeti önermek, tartışmak ve bunun ilk adımlarını atmak gerekir.    Dünya ve bölgemizdeki muhalefetin bu süreçte şu ana kadar iyi bir sınav verdiğini düşünüyor musunuz?   Çok iyi bir sınav vermedi. Daha çok iki yönlü olarak hareket etti. Birincisi buradan yeni bir felaket çıkacağına odaklandı. Daha çok uçuruma bakmayan durumun daha da kötüleşeceğine dair adeta eskiyi arayacağını sürekli tekrar eden olumsuz tutum ön plandaydı. Onun dışında da sürekli eleştiren ve insanlara ‘sokağa çıkmayın’ demenin dışında bir şey demeyen bir politika izlendi. Üretken biçimde kendisini ve örgütlenme biçimlerini, mücadele biçimlerini çok fazla gündeme getiren bir muhalefet olmadı. İnsanların karantinalarını destekledi ve toplumun da daha geniş kesimlerinin bu karantina ortamından yararlanmasını savundu. Halkın geniş çapta oy verdiği muhalefet partileri CHP, HDP vs. bunların yeni bir şey söylediğini görmedik. İşte sadece sağlıkçılara sahip çıkılması ve karantinanın daha adaletli biçimde yapılması gibi şeyler söylediler. Tabi belli dayanışmalar yani “Kardeş Aile”, “Askıda Fatura” gibi şeylerin de yapılmaya çalışıldığı ama bunların da son kertede yetersiz kaldığını söyleyebiliriz.   Yine muhalefet partilerinin liderleri, yöneticileri, kadroları geniş bir siyasi tartışma alanı açıp oraya diğer toplumsal kesimleri kattığını söyleyemeyiz. Bu konuda büyük eksiklikler var.    Yani solun tabanındaki daha orta sınıf burjuva kesimler de kendi yaşam alanlarında film izleyip, kitap okuyup işte yemek becerilerini geliştirdi. Belki çevrim içi toplantılar, belli konularda tartışma grupları olmuş olabilir. Ama bunların daha yaygınlaşması ve yeni eylem biçimleri sokakta ya da evlerde nasıl geliştirilebilir, yeni ilişkiler, yeni iletişim araçları nasıl daha fazla desteklenebilir buradan yeni alternatif tedarik biçimleri bulmak gerekir. Sonuçta insanların çoğu daha da yoksullaştı ve gıdada da uzun sürede de sorun yaşanacak. Bunlara hazırlık yapmak gerekiyor. Tekil örneklerle iyi şeyler de var tabi. Mesela Kars Belediyesi yeni gıda üretim alanları açmaya çalıştı. Bunlar değerlidir. Bunları daha bütünsel ve toplumsal projeleriyle birlikte önerilmesi gerekiyor.   Bu ekolojik yıkımdan kurtulmak mümkün mü? Bunun için toplumun, toplumsal hareketlerin neler yapması gerekir?    “Her şey bizim hakkımız, daha iyisini yemeliyiz, tüketmeliyiz, daha uzaklara gitmeliyiz’ gibi bir zihniyeti ortadan kaldıran kültürel bir devrime, mantık devrimine ihtiyaç var.”   Bu mümkün. Ama bunun için çok farklı yeni bir zihniyete geçmemiz gerekiyor. Yani bugüne kadar kapitalist medeniyet içerisindeki toplumsal yapılar genel olarak doğayla ilişkisini sömürü ve hakimiyet üzerine kurdular. Ama buna alternatif olanaklar da büyük ölçüde böylesi bir zihniyetten çok fazla azade değillerdi. 1980’lerden bugüne gelen bir neoliberal tahribat var. Bu durum kendisine muhalif olan kesimleri bile daha iyi şeyler yemek, daha iyi yerlere gitmek dışında tüketici ve mevcut hayatın olumsuzluklarından kaçacak adacıklar arayan bir zihniyet içerisinde muhaliflik getiren neoliberal kişilik yapısı oluşturdu. Hem bu sistemi savunan, benimseyen, çok sorgulamayanlar arasında hem de muhalif olanlar arasında da böyle bir kültür gelişti. Bunu sorgulamak gerekiyor.    Önümüzdeki sürecin daha büyük ekolojik yıkımlar ve daha büyük kitlesel hareketlerin getireceğini görerek tüketimle ve iyi bir hayattan anladıklarımıza dair çerçevelerimizi değiştiren bir “insan-doğa” ilişkisi geliştirmemiz gerekiyor. “Her şey bizim hakkımız, daha iyisini yemeliyiz, tüketmeliyiz, daha uzaklara gitmeliyiz” gibi bir zihniyeti ortadan kaldıran kültürel bir devrime, mantık devrimine ihtiyaç var.   Bu yenilenmeyi doğa, dünyanın atmosferi ve iklim yapısı bize daha fazla dayatacak. Bu dayatma yaşanırken bizlerinde kendimizi yenilememiz gerekiyor. Yenileyebildiğimiz ölçüde bu süreci yavaşlatabilir ve bunu tersine döndürebiliriz. İnsan medeniyetinin dünyada kalma koşulları geri döndürülemez biçimde olumsuzlaşmış olabilir. Çünkü 1960’ların sonundan beri söylenen şey “mevcut kapitalistleşme biçimi dünyayı yok ediyor, bunu durdurmak gerekir” deniliyor. 1970’lerin ortalarında sıfır büyüme önerildi. Ama bugünkü toplumun amentüsü hala büyüme. Bunu değiştirmeyi zorlayan bir kriz ve isyanlar dalgası özellikle ekolojik devrimler çağının açıldığını düşünüyorum. Bu ekoloji merkezli toplumsal sistemi ve medeniyeti değiştiren yeni bir model geliştirebilirsek ve sokağa çıkan insanları bunun arkasına dizebilirsek bir kurtuluş olabilir.   MA / Ferhat Çelik