‘28 Şubat’ta direnen kadınlar bugün de direnmeli’

  • kadın
  • 09:24 25 Şubat 2018
  • |
img

İSTANBUL - 28 Şubat’a karşı direnen kadınların patriyarkaya karşı da direnmesi gerektiğini belirten yazar Berrin Sönmez, “O gün kadın hakları savunuculuğu perspektifinden başörtülü kadın olarak toplumda var olmanın savunusunu yürütenler bugün kadın kıyafetlerine yapılan saldırılara da aynı tonda karşı çıkmalı” dedi. 

Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) “irtica ile mücadele” gerekçesiyle 28 Şubat 1997'de aldığı kararlardan biri olan kamu kurumlarında başörtüsünün yasaklanması sürecinin üzerinden 21 yıl geçti. Tarihe “post modern darbe” olarak geçen dönem, başta üniversite öğrencileri olmak üzere geniş kitleleri mağdur etti. Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği'nin (AK-DER) verilerine göre, 1998-2002 arasında 5 bin başörtülü kadın işten çıkarıldı, 10 bine yakını da istifaya zorlandı. 
 
Yükseköğretim Kurulu (YÖK), Aralık 1997’den itibaren çok sayıda üniversite öğrencisini başörtüsünden dolayı eğitim hakkından mağdur etti. Yasak ve engeller kendisiyle birlikte protesto ve mücadele zemini hazırladı. Sorunun başörtüsü sorunu mu yoksa zihniyet sorunu mu olduğu hala tartışılmaya devam edilirken, o süreci dönemin tanıklarından biri olan Başkent Kadın Platformu Derneği üyesi Yazar Berrin Sönmez ile konuştuk.
 
'HAKSIZLIKLAR BENİ TARİHTEN SOĞUTTU’
 
O dönem Ankara Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Berrin Sönmez, “Daha önce yarım kalmış doktora tezime aftan yararlanarak tekrar çalışmaya başlamıştım. Ancak sözleşmem yenilenmeyerek üniversiteden uzaklaştırıldığımda doktora tezimi bir kere daha yarım bıraktım. Benim ve arkadaşlarımın yaşadığı haksızlıklar, akademide olduğu gibi tarihten de soğuttu. Yapılan zulüm sadece kadınlara değildi. Ancak kadınlar dindarlığın görünen unsuru, bir nevi göstergesi olan başörtüsü nedeniyle, erkeklere yapılan zulmün de tam ortasındaydı. Pek çok erkek, karısı başörtülü olduğu gerekçesiyle kamudan atıldı. Kendisi başörtülü olan kamu görevlisi kadınlar ise çok büyük bir kısmı ağır psikolojik şiddet ve mobbing uygulanarak başını açmaya veya istifaya zorlandı” diye özetledi. 
 
Toplumun kamu görevinden ihraç edilen kadınları görmezden geldiğini ve bugün hala 28 Şubat’ın üniversite kapılarında yapılan kadın eylemleriyle hafızalara yerleştiğini belirten Sönmez, “Büyük kısmı öğretmen olan başörtülü kadınlar, o yıllarda gazetelerde isimleri hatta bazıları resimleriyle afişe edilerek suçlu ilan edildikten sonra kurumlarıyla ilişikleri kesildi. Bazıları yüzeysel soruşturmalar sonucu çok azı da yargı aşamasından sonra ihraç edilmişti. Sadece bir iki kişi vardı mahkemede lehine karar çıkartabilen” diye belirtti. 
 
‘YENİ BİR DİRENİŞ ALANI AÇTI’
 
Süreçle birlikte kadınlar için ayrı bir direniş alanının açıldığını ifade eden Sönmez, darbe sürecinde başörtüsü yasaklarının kadına yönelik ayrımcılıklardan biri olarak tanımlanması ve kadınların ortak mücadelesinde başlık olarak yer almasına çalışıldığını söyledi. 
 
Kadın hareketinin bu konuda ortaklaşmasının pek kolay olmadığı eleştirisini de yapan Sönmez, şöyle devam etti: “Bu süreçte Başkent Kadın Platformu, kadın hareketiyle büyük ölçüde ortaklaşarak dindar kadının bu alanda varlığını göstermesine öncülük etmiştir. Varlık göstermesiyle birlikte ‘beyaz kadın hareketi’ kısmen entegre olmasına rağmen başörtüsü yasaklarının örgütsel düzeydeki ortak mücadelenin konuları arasına girmesi pek mümkün olmadı. Ancak bu çabalar seküler kadınların, başörtüsü yasaklarının genel olarak kadının eğitim ve çalışma haklarının engellenmesi anlamına geldiğine ikna olmuşlardır. Sınırlı düzeyde kalan kişisel destekler kazanılabildi ancak. Yine de süreç başörtülü kadınların genel olarak insan hakları ve kadının insan hakları alanında mücadele etmesine yol açtı. Dindarların hak savunuculuğu alanında çalışması 28 Şubat’tan önce başlamıştı; ancak tam olarak kadın hakları üzerine ayrımcılık ve eşitlik üzerine bilinçli çalışmalar darbe sürecinde başladı denilebilir.” 
 
‘SAVUNUCULUĞU ‘BATININ ZEHRİ’ DİYENLER ÇIKTI’ 
 
Sürecin sonrasında kadınlar açısından yaşanan değişimlere de dikkat çeken Sönmez, hak ve özgürlüklerin savunulmasının dindarların dilinde iki ayrı söyleyiş biçiminde ortaya çıktığına işaret etti.
 
Sönmez bunu da şöyle açıkladı: “Bir grup ‘başörtüsüne özgürlük’ sloganını öne çıkarmıştı. Erkeklerin de kadınlarla birlikte görüldüğü bir yaklaşımdı. Süreç yaşanırken ayrımın pek de dikkate alınmadığı diğer yaklaşım ise ‘başörtülü kadına özgürlük’ sloganıyla görünür. O zaman önemsiz görünen bu ayrım, bugün dindar kitle içinde hak savunusu alanındaki ayrışmanın habercisi olarak algılanabilir. Çünkü başörtüsüne özgürlük diyen kesimin genellikle yasaklar kalktıktan sonra hak savunuculuğu alanından uzaklaştığı rahatlıkla görülür. Hatta iktidarın diliyle insan hakları savunuculuğunu ‘batının zehri’ olarak isimlendirenler bile çıktı. O dönem AİHM’e başvuranların bugün aynı mahkemeye başvurulmasını devlet, millet düşmanlığı olarak görmesi yazık ki yaşanan gerçeklerden. Ancak başörtülü kadına özgürlük isteyenlerin kadın hakları alanında mücadeleye, kadın hareketiyle ortaklaşma yolundaki çabalara devam ettiği de bir başka gerçek. Günümüzde yaşanan hak ihlallerine itiraz eden dindarlarda geçmişte yaşanan bu ayrımın izini bulmak mümkün.” 
 
‘KADIN SORUNU OLARAK GÖRÜLMEDİ’
 
O dönem kadın hareketlerinin başörtüsü yasaklarını bir kadın sorunu olarak pek benimsemediği eleştirisini yapan Sönmez, şu ifadelerde bulundu: “Kadına karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesi (CEDAW) sürecinde kadın hareketi içinde çetin tartışmalar yaşandı ve on yıllık tartışmalardan sonra ancak kısmen ortaklaştırıla bilindi. Ancak hiçbir zaman CEDAW gölge raporlarında başörtüsü konusu tam olarak bizlerin ihtiyaç duyduğu şekilde yansıtılmadı. Biz 2012’de CEDAW gölge raporundan bağımsız olarak kendi gölge raporumuzu vermek durumunda kalmıştık. Sorunun içerdiği ön kabul pek de kabul edilebilir değil. Ancak kadın hakları ve feminist yaklaşımlarla hala aşılmaya, ortaklaşmaya çalışılan bu konu diyebilirim.” 
 
‘BUGÜN KOLAYLIK GETİRMEDİ’
 
“Bugün iktidarla ilişkilenmek isterken başörtülü olmanın kolaylaştırıcı rolünden söz eden pek çok kişi var” diye devam eden Sönmez,  kadınların kamu görevi açısından geçmişte ikinci sınıf insan sayılmasına yol açtığını söyledi. Öte yandan bugün kamusal alanda tayin ve terfilerde kolaylık getirdiği yönündeki görüşlerin doğruluğunu gözlemleyemediğini düşünen Sönmez, “Ancak yaygın insan davranışı açısından düşünürsek pek de yabana atılmayacak bir gerçekliğe tekabül edeceğini tahmin etmek zor değil. Diğer yandan sosyal statü göstergesi, sınıf atlamama, ‘beyaz Türk’ sıfatıyla ilişkilenme ve onlar tarafından kabul görme açısından baktığımızda bugün başörtüsünün hala engel teşkil ettiği de bir gerçek. Yani kamu görevi için avantaj olan örtülü kimlik, bugün hala sosyal statü açısından dezavantaj olma özelliğini sürdürüyor” diye konuştu. 
 
 ‘YAŞAM TARZINA SALDIRIYDI’
 
Başörtüsü yasaklarının aynı zamanda yaşam tarzına saldırı olduğunun altını çizen Sönmez, şimdilerde mini etek, şort giydiği için saldırıya maruz kalan kadınlar için de benzer durumun yaşandığını vurguladı. Sönmez devamla şunları söyledi: “Önemli olan o gün kadın hakları savunuculuğu perspektifinden başörtülü kadın olarak toplumda var olmanın savunusunu yürütenlerin bugün şort, mini etek gibi kadın kıyafetlerine yapılan saldırılara da aynı tonda karşı çıkması. Geçmişte çok uzun yıllar, kadın hareketi başörtülü kadınların mücadelesini içselleştirmediği ve kadın sorunları arasında saymadığı halde bugün başörtülü olarak hak savunusunu sürdürenlerin böyle bir ayrımı hiç düşünmeden başı açık kadınların yaşam tarzını savunmakta olduğunu görmek gerek.”
 
'FARKLI BİR DİNDARLIK OLGUSU GELİŞTİ’ 
 
Toplum içerisinde başörtülü kadın algısına da değinen Sönmez, şunları ifade etti: “Hayatın her alanında var olmayı seçen ve örtülü, açık ayrımı yapmadan kadın hak mücadelesine dahil olan hatta feminizmi benimseyen veya feminist olduğunu söylemese bile feminist politikaları benimseyen kadınlara ‘muhafazakar kadın’ denmesi çok yanlış. Dindar camianın geleneksel hayat tarzında devrim gerçekleştirmiş kadınlardan söz ediyoruz. Bunlar muhafazakar değiller tabi ki. Dindar kimliklerinden vazgeçmeden kendi dindarlık pratiklerini modern hayata taşımış kadınlar birçok açıdan devrimci. Sadece seküler hayat tarzı sürmedikleri için muhafazakar olarak tanımlanmaları doğru değil. Geleneksel olandan çok farlı yeni bir dindarlık olgusu geliştiğini söylemeliyiz.”
 
'EŞİTLİK MÜCADELESİ SÜRDÜRÜLMELİ’
 
Kadınların her alanda eşitlik mücadelesini sürdürmesi gerektiğini belirten Sönmez,  şöyle konuştu: “28  Şubat’ta karşı direnen kadınlar, bugün de patriyarkanın kendisine karşı direnmeli. Günümüzde kadın haklarını hala kavramamış erkekler temel sorun. Bugün eğitimli-eğitimsiz kadınların çok büyük bir kısmı, haklarının farkında ve haklarını yaşamak için yollar arayarak kendi kurtuluş mücadelelerini veriyorlar. Seküler dindar kadın hareketinin kazanımıdır bu. Ancak eşitliği ve kadın özgürlüğünü idrak etmeyen, kadınları baskı altında tutarak eşitlik mücadelesini durduracağını düşünün bir erkek algısı da var. Özellikle kadına yönelik şiddetin artışının temelinde kadın kazanımlarını yok saymanın yattığını söyleyebiliriz. Her alanda kadın varlığına tahammül edemeyen erkeklik algısıyla mücadele edilip, ataerkilliğin tam da bu kurgulandığı yerden geriletilmesi gerekiyor. Ataerkilliğin kendisi için neredeyse son kale olarak gördüğü ev içinde yürütülen eril şiddetle mücadele yöntemleri konusunda çoğunlukla ortaklaşıldığını söyleyebilirim. Sloganda, söylemde, eylemde var olan ufak tefek farklılıkları büyütmeden özellikle şiddet konusunda kadınların kendi bireysel kurtuluş hareketini desteklemek ve kamu görevlilerinin, siyasi iradenin bu konuda kadınları desteklemesi için görevlerini layıkıyla yapmasını zorlamak için ortaklaşmak kolaylıkla mümkün oluyor.” 
 
‘AKSİ YÖNE SAVRULDUĞUMUZUN İLANI’
 
28 Şubat’ta karşı mücadelenin temelde bir demokrasi savunusu olduğunu söyleyen Sönmez, o dönem haksızlığa karşı mücadele edenlerin bugün neden sessiz kaldıklarına ilişkin şunları söyledi:  “O dönem demokratik devlet düzeninin güçlenmesi hak ve özgürlükler alanının genişletilmesini savunuyorduk. Bugün geldiğimiz evre ne yazık ki hareket noktamızın tümüyle aksi yönüne savrulduğumuzun ilanı. Bu savruluş, siyasi iradenin 28 Şubat davasına mesafeli duruşunu da izah ediyor. Güçlü demokrasi için öncelikle darbelerin yargılanması, darbecilerin topluma ve bireylere karşı işledikleri, demokrasi karşıtlığını da içeren suçlarının hak ettiği şekilde cezalandırılması gerekirdi. 12 Eylül davası bir nevi tiyatroya dönüştürüldü; ama yine de mahkeme suçlu buldu darbecileri. Fakat temyiz aşamasında hayatlarını kaybettikleri için sanki mahkeme hüküm vermemiş gibi kamuoyuna lanse edilmeleri eski devlet refleksinin devamı anlamına geliyor. Ergenekon davaları kapsamında mahkemenin suçlu bularak hakkında hüküm verdiği eski generallerin sadece gerekçeli karar zamanında yazılmadığı için tahliye edildikleri göz ardı edilerek saygın isimlermiş gibi ekranlarda boy göstermesi de eski devlet aklının hala devam ettiği anlamına geliyor. Bu çerçevede 28 Şubat davası da eski darbecilerin kamuoyu nezdinde masummuş gibi algılanmasına yok açacak şekilde sonuçlanması riski de yükseliyor. Günümüz açısından şu bakımdan önemli, bu darbeci zihniyetle mücadele. Yakın tarihimizdeki darbelerin her dönemde toplumun farklı kesimlerine yönelik gerçekleştirdiği hak ihlalleri yargıda hak ettikleri cezayı almadığı için aynı devlet aklı hala yürürlükte kalabiliyor. Eski darbeciler gerektiği şekilde yargılansaydı bugün OHAL hukuksuzlukları bu kadar kolay ve yaygın şekilde işlenemezdi. Başka bir deyişle, bugünkü haksızlıklar geçmiş haksızlıklardan alıyor gücünü. Demokrasi açısından üzerinde en çok durmak gereken konu hak ihlallerini görmezden gelmeyerek suçluları yargılama ihtiyacının çok açık olduğu. Diğer yandan 28 Şubat darbesinin haksızlıklarına karşı direnen kesimin desteğiyle iktidara gelmiş olanların, bugün 28 Şubat davasını görmezden gelişi oy veren kitleyi çok sağlam bir özeleştiriye sevk etmelidir.”
 
MA / Necla Demir